Bir yolculuktaydım sanki. Pencere yanını özellikle isteyip saatlerce camdan karanlığı seyretme isteği içinde. Etrafımda ayakkabılarını ve hatta çoraplarını çıkarmış umarsız teyzeler ve amcalar. Ve gürültü. Asla dinlenilmeyecek saçma sapan bir gürültü. Kendileri de bilmiyorlar ne konuştuklarını. Bir garsonun hesabı getirmesiyle sonuçlanmalı bu kuru kalabalık. Ya da ben bu dünyadan çekip çıkarmalıyım kendimi…
Bazen insan başka bir yerdedir ama kendini bambaşka bir yerde hisseder. Oralara gitmiş kadar olur. Gitmiş kadar sevinir ya da nefret eder. İşte öyle bir andayım. Bir sahilde, ufak bir çay bahçesinde oturmaktayım. Nane limon içiyorum. Kurtulamadığım bir gerginlik sarmış bütün vücudumu. Sahil ve çay atamıyor bunu üzerimden. Kendimi sahile bırakıyorum…
Korkuyorum. Korkum kendimden; yapacağım deyip yapamadıklarımdan… Kendimi kandırmaya dayanamıyorum. Bu aşağılık ve eziklik katsayımı arttırıyor. Acı duyuyorum. İçten içe yıpratıyorum kendimi. Ağlıyorum. İnsan neden yapamayacağı şeyleri yaparım diye haykırır ki?
Bilmiyorum aslında. Hiçbir bok bilmiyorum. Bu yüzden her gün yeni şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Öğrenirken de kasıyorum galiba kendimi.Başlangıç sorununa ulaştım galiba. Kasıntı değil kasılmak. Kasıntı çokbilmişlik, kasılma bildiğini veya yapacağını ispatlamak için kendini şartlandırma demek. Rahatlamak istiyorum aslında. Severek bilmek, bilerek sevmek için…
Sonra motorlu bir sandal geçiyor önümden. Galiba balık tutmaya gidiyor. Ah keşke onun kadar şanslı olabilseydim. Tek amacım; balık yakalama uğraşı olsaydı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder