30 Kasım 2014 Pazar

SAHİLDE DÜŞÜNÜRKEN


Bir yolculuktaydım sanki. Pencere yanını özellikle isteyip saatlerce camdan karanlığı seyretme isteği içinde. Etrafımda ayakkabılarını ve hatta çoraplarını çıkarmış umarsız teyzeler ve amcalar. Ve gürültü. Asla dinlenilmeyecek saçma sapan bir gürültü. Kendileri de bilmiyorlar ne konuştuklarını. Bir garsonun hesabı getirmesiyle sonuçlanmalı bu kuru kalabalık. Ya da ben bu dünyadan çekip çıkarmalıyım kendimi…
Bazen insan başka bir yerdedir ama kendini bambaşka bir yerde hisseder. Oralara gitmiş kadar olur. Gitmiş kadar sevinir ya da nefret eder. İşte öyle bir andayım. Bir sahilde, ufak bir çay bahçesinde oturmaktayım. Nane limon içiyorum. Kurtulamadığım bir gerginlik sarmış bütün vücudumu. Sahil ve çay atamıyor bunu üzerimden. Kendimi sahile bırakıyorum…
Korkuyorum. Korkum kendimden; yapacağım deyip yapamadıklarımdan… Kendimi kandırmaya dayanamıyorum. Bu aşağılık ve eziklik katsayımı arttırıyor. Acı duyuyorum. İçten içe yıpratıyorum kendimi. Ağlıyorum. İnsan neden yapamayacağı şeyleri yaparım diye haykırır ki?
Bilmiyorum aslında. Hiçbir bok bilmiyorum. Bu yüzden her gün yeni şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Öğrenirken de kasıyorum galiba kendimi.Başlangıç sorununa ulaştım galiba. Kasıntı değil kasılmak. Kasıntı çokbilmişlik, kasılma bildiğini veya yapacağını ispatlamak için kendini şartlandırma demek. Rahatlamak istiyorum aslında. Severek bilmek, bilerek sevmek için…
Sonra motorlu bir sandal geçiyor önümden. Galiba balık tutmaya gidiyor. Ah keşke onun kadar şanslı olabilseydim. Tek amacım; balık yakalama uğraşı olsaydı…

YAZ ve LOVE


Elmalar daha olgunlaşmamıştı. Ceviz kargaların hışmına uğramamıştı. Karafatmalar evlerde cirit atıyordu. Kediler analarının karnından yavaşça çıkmaya başlamışlardı. Hala yıldızlar görülebiliyor, güneş ten renginizi değiştirebiliyordu. Mevsimlerden yaz aylardan temmuzdu. Aşk kokuyordu dört bir taraf. Çığlıklar yükseliyordu arşa. Yataklar gece gündüz ter kokuyordu. Yastığın rengi değişmişti, battaniyenin ipliği sökülmüştü. Tenler yorgunluğu unutmuştu. Ölüm çoktan unutulmuştu…

28 Kasım 2014 Cuma

NEDEN ÇALIŞMASI



Neden diye sordum kendime. Sonra aradım neden böyle olduğunu. Uzun uzun sıralandı nedenler. Bir sürü neden arasında neden olduğunu bir türlü bulamadım. Nedensiz bir endişe kapladı içimi. Yine nedensizce saçımı dağıtan rüzgara küfrettim. Nedensizce sigara içtim. Nedense, birden, içime bir kurt düştü. Neden onunlar konuşmuyorum diye. Nedenini bilemediğim bir şekilde cevap veremediğim bir soruydu bu. Kurnazca bir neden bulup ona yanaşabilirdim. Saçlarını neden sarının bir ton koyusuna çevirdiğini sorabilirdim mesala. Ya da ona neden sigara içtiğini sorabilir, bence sigara içmenin bir nedeni olamayacağını söyleyebilirdim de…
Yapmadım. Yapamayacağım belki de. Şizofren bir sancı var böğrümde. Nedensiz. Nedenini tahmin edebiliyorum aslında. Nedeni kiraz. Nedeni çok kiraz. Gökyüzü, yeşil bunun nedeni. Aşk değil neden. Saflık olabilir belki. Belki de aptallıktı neden. Güzel bir rüyadan uyanmama isteği de olabilir aslında…
Ya da edebiyat…

24 Kasım 2014 Pazartesi

ANI YAŞAMAK


Zaman sancısı… Yetiştirememe korkusu. Hayat bunlarla bir çıkmaz sokağa girip ele geçiriyor zamanı yok etmeye çalışan kaderciler tarafından… Zaman kısalıyor, dibimizde bitiş ümitsizlikleri. Ölüm unutulmuş bir anı. Bize uğramayacağını sandığımız garip bir sakallı…
Düşünmek bile yasak bu buhranlarda. Acı. Gözyaşı haram, rahatlamak bulutlu. Aşk temel kural; sizi pasifleştiren bir din. Gerçek; sürekli aranması ertelenen bir arkadaş…
Aslında her şeye zaman var. Gökyüzü diye bir şey var çünkü; nefes alıp mavi gökyüzünün içindeki beyaz bulutların içinde hülyalar görebildiğimiz. Her şey anlıktır, an mucizedir, değerlidir. Mutlu olabileceğimiz tek gerçekliktir. Sigaranı keyifle içebilmek, biranı yemek borunda yağ gibi yüzdürmektir…
Belki de an ağlamaktır tek başına. Arabesk bir şarkıyı dinlerken yapmaktır bunu. Başka anlarda saçma bulduğun şarkılar, şimdi gerçekliğin kutsallığına bürünmüşlerdir. Üzüldükçe sevinirsin, ağladıkça boşalırsın…
Töreye ve kadere inanan ve sıkı sıkıya bağlanan saf bir adamın çektiği acılara son vermektir şimdiki zaman. An. Ve hep gözünün içinin gülmesidir…

22 Kasım 2014 Cumartesi

GECE BİTERKEN

 

Ruh yorgunluğuyla gecenin bitmesini beklemekteyim. Bedenim yarım saat sonra gelecek olan günün heyecanını taşımıyor. Bu halleri uzun zamandır yazamayışıma borçluyum herhalde. Günün ortasında üzerinize çöken bir karabasan etkisi. Siesta yapamamanın üzüntüsü. Tatlı rüyalara ulaşamamanın kırgınlığı.

Yeni aldığım bu ufak defter yüzüme teker teker vurup gösterdi gerçek vicdan azabını. Kolu bacağı olmayan bir dilenciye cebinizde para olmadığı için verememek değilmiş vicdan azabı; yazamamakmış.

Şimdi yazıyorum. Kalemi kağıdı yaşıyorum. Tıraşlı yüzüme sol elim dayalıyken, sağ elim kağıda hükmetmeye çalışıyor. Bunu becerip beceremediğimi bilemiyorum. Ama vicdan azabımı yerle bir ettiğimi biliyorum. 

Gece beni içine çekiyor. Erken uyanmanın uykusuzluğu eşliğinde yapıyor bunu. Gözlerim yarı açık, dilimi ağzının içinde hayal ederken dünyayı kurtarıyorum. Rüyalar ve kabuslarla dolu geceye yatağın içine girerek dalıyorum... 

12 Mayıs 2014 Pazartesi

UYKUYA HAZIRLIK


Gecenin kapısını üzerinize kitleyen biri oldu mu hiç? Kilitledikten sonra o canavar adımların sesinin giderek azaldığını ya da... Böyle bir şeyi yaşadınız yada hissettiniz mi?

Kendini kilitlenmiş bir odada ya da hücrede nedensiz bulmak çok garip. Heyecanlı. Gerilim yüklü. Korkutucu. Böyle işte. Sıkışıklık. Karabasanların uğrak mekanı haline gelme.

Nedensiz. Sebepsiz.

Sıkıcı. Ve de ölümcül.

İyi bir şey yaptığını sanırken. Deli gibi binlerce kelimeyi gözlerinle taciz ederken.

Ve uyku. Tek gerçek. Yarına uyanmanın en iyi yolu.

Yarın. Gelecek. Plansız gelecek. Hazır gelecek.

Ve gerçekten uyku...

TATLI VE DOLGUN BAKIŞLAR


Kitaplar arasında usulca dolaşırken, tatlı ve dolgun bir bakışın üzerinde olduğunu hissetme. Gerginleşiyorsun. Ona bakmak istiyorsun ama yanlış anlayacak diye korkuyorsun da. Kafanı ona doğru çeviriyorsun. O, kafasını başka yöne çeviriyor. Utanıyor belli ki. Okuduğu kitaba gömülüyor birden. Ve kelimeler arasında boğulduğunu görüyorsun.

Elinde dört kitap. Kalın ve merak uyandırıcı. Ödünç alma işlemlerini yapmak üzere görevlinin yanına gidiyorsun. Tatlı ve dolgun bakışları yokluyorsun arkanı dönüp. Gözlerinin bir kısmını kelimeler, diğer kısmını da sana odaklamış.

Sonra onu en rahat görebileceğin masaya oturuyorsun. Ve bu yazıyı yazıyorsun...

REKLAM


Seni yaşatmayıp ömründen biraz daha alacak alan kolanın reklamı. Birinden duymuştum; kötü bir yazar ama iyi bir reklamcı: 'Reklam, her zaman yalandır.' Bu doğru. Harfi harfine. Reklamın iyisi kötüsü olmaz derler ya, doğru aslında. İnsanları en iyi nasıl kandırabilirim sanatının diğer adıdır bence. Bence değil, herkesçe...

Kocaman panolarda ismini gördüğünüz yazarın kitabı; yazarın ismi gibi kötü. Otuz liraya yakın olan kitabın fiyatı da tam bir ironi. Çık çıkabilirsen işin içinden. Bir insanın kustuğuna para verip yemeye benziyor bu.

Kendine bakmak da önemli aslında. Sorgulamak. Olmayan kitabının reklamı... Onun hiç yoktan kitap yazacak kadar müsvettesi var. Ya senin? Çok müsvetten var ama kitap olacak kadar yok. Bir reklam ajansını mı aramalıyım?

8 Mayıs 2014 Perşembe

MAVİ VE KIRMIZI



Elmacık kemiğinin mideyi alevlendirmesi. Dokunduğun et parçasının seni planladığın işten alıkoyması. Gökyüzünün mavi olduğunu unutman.

Ne yapabilirsin ki böyle bir durumda? Kendini bir köşeye kıstırılmış hissetmek mi? Hayır, bu değil. Özgürlüğünü sonuna kadar yaşaman mı? Hayır. Bu hiç olamaz. Kafanı kaldıramayacak kadar kör olman, özgürlüğünü kaybetmendir bir bakıma.


En iyisi salıvermek kendini. Ölüm akıtan şelaleden bırakmak kendini sonu görünmeyen ruhsuz suya. Kelepçeleri çözmek bileklerindeki. Olmayacak bir duaya amin mi demek bu şimdi? Hayır; gökyüzünün mavi olduğunu yeniden hatırlamandır.

10 Mart 2014 Pazartesi

ŞEY



Zor olan bir şey,
hatta imkansız.
Ancak rüyada görülebilir.

Gözlerin en güzeli.
Seslerin en kedi seslisi.

Ama

sadece yazabildiğim,
dilime kelepçe taktığım,
ahmaklığımsın...

6 Mart 2014 Perşembe

ŞİİRSEL

                           


Güneş daha önce hiç böyle yakmamıştı.
Çingene karasına dönmemi istiyordu sanki.
Esirdim, zalim ve terleten kollarında.
Kurtulamıyordum; kışı ilkbahara çeviren eritme gücünden.

Bembeyaz bir serinlik* belirdi arkamda.
Sinirinden yüzünü gözünü cırmalayan bir serinlik.
Kedi sesli ama köpek seven serinlik.

Kurtuldum çakma cehennemden.
Ter kokturan fırından.

Kurtuldum incecik kollarını boynumda hissederek.

Yıkıldım;
hissettiğimin yalan olduğunda ağlayarak.

Koştum;
acı veren yalnızlığımın içinde boğularak...


            *PLATONİK olmak AHMAKLIKTIR

2 Mart 2014 Pazar

KALEM




Kalem;
yazarken;
çok zarif ve girişken.

Ama.

Öyle kös kös bakarken,
suskun ve halsiz.
Uyurken…

BALKONDAN YAZIYA




Çürük elmalar bir bir düşüyordu garajın üstüne. Kargaların elma sevdiğini öğrendim böylelikle.  İçindeki kurtları da salata niyetine yiyor olabilirler ya da tam tersi. Uzak minarelerden ezan sesleri geliyor. Ve kargalar elma yemeye devam ediyorlar.

Bir dağ görüyorum uzakta. En tepesinde bir ev. Kim, ne amaçla orada yaşamak ister ki? Tüm dünyadan kaçmak mı amaç, yoksa tüm dünyayı ayaklarının altına almak mı? Onlara, orada yaşayan insanlara özeniyorum. Yalnız, sessiz, doğayla baş başa bir dünya. Aptal ahlak bekçiliğinin meslek haline getirildiği iğrenç mahallelerden kurtulmak. Bu gerçekten mükemmel bir fikir. En yakın zamanda bu ilginç dostlarımla tanışmaya gitmeliyim. Oraya çıkmanın yorucu olduğunu bilsem de bunu yapmalıyım…

SATRANÇ





Elimde Marc Levy’nin GÖLGE HIRSIZI. Az önce bir insanı öldürmeye yetecek kadar sinir ve nefretim vardı. Kitabın sayfalarını çevirirken, sinirimin sanki şırıngayla çekildiğini hissediyordum.

Elimdeki sıcak çayı rüzgara doğru tutup ona işkence ederken, diğer yandan da düşüncelere dalmış hatta boğulmuştum. Ne düşündüğümü bilmeden düşünüyordum.

Sustum. Çayımı bitirdim. İkincisini istedim. Arkadaşımı satrançta yendim. İkinci oyunda berabere kaldık. Üçüncüsünü oynamadık.

Çay buz gibi olmuştu.

Ben buz gibiydim.

Zaman akıp geçmişti buzların üzerinden...

DAĞINIK




O kadar saçma geliyor ki artık her şey, şu yazdığım cümlenin bile dağınık durmasından rahatsızlık duymuyorum.

Tutarsız cümleler savurmada top on’dayım.

Hayattan bir anlam çıkarmaya çalışıp, anlamsızlığın tam ortasına gömülende benim.

Söylediği hiçbir sözden pişmanlık duymamış gibi görünen, fakat diğer yandan da içten içe kavrulup keşkelere boğulanda benim.

Binlerce sayfa kitap okuyup, derdini, aşkını hatta hiçbir şeyini hiç kimseye açamayan da benim.

Aslında insanları sevip, bazı lağım surata benzeyenleri gördükten sonra onlardan soğuyan da benim.

Kusursuzluğu arayan fakat kusurların tam merkezinde olan da benim.

Zıtlıklardan nefret edip, kendime zıt yaşayan da benim…

KOYUN




Bir sanatın icra edilememesi için bütün engelleri içinde barındıran insanlarla yaşamaktayız. Özgür düşünmenin, onları eyleme davet etmenin idamlık bir suç olduğunu iddia eden insan kılıklılarla yaşamaktayız. Rejimi, inandığı tanrısından daha çok seven insanlarla birlikteyiz.

Buram buram gelen bu kokunun ne olduğunu biliyor musunuz? Koyun sürüsü. Her tarafta, yanımızda, evimizde, işimizde daha da kötüsü dünyamızda… Düşünmeyi unutan birinin söylediği yalanları düşünmeden kabul eden koyun sürüsü…

EMPERYAL




Para; acı bir mide sancısı.
Bir mecburiyet sanki bir mecburiyet.
Düşünme yok edilirken ülkelerde.
Çıkar göklere o münasebetsiz düşünce.
Düşüncesi olmayan düşünce...

18 Şubat 2014 Salı

1 OCAK (KÖRLEMESİNE GÜNLÜK)



Büyük AVM'nin içindeki dev kitapçı, AVM'nin kraliçe karıncası gibiydi. İlk kitapçıya gelinirdi, sonra da buradan giyim mağazalarına dağılınırdı. Bu bir hürmet meselesiydi. Bilenin eli hep öpülürdü.

Ben de herkes gibi ilk önce kitapçıya girdim. Kalın ve beyaz çerçeveli gözlük ve koyu yeşil golf pantolonumla iyice kamufle olmuştum. Hiçbir arkadaşım beni bu şekilde tanıyamazdı. Ben de bunu istiyordum zaten.

Hiç kimseye bakmadan "Yeni Çıkanlar" reyonuna doğru ilerledim. Aradığım kitap bir karış uzağımda, rafın en solundaydı. Sağımı solumu kontrol ettikten sonra hafif tozlanmış kitabı yerinden çıkardım. Kitap; hayranı olduğum porno yıldızının, pornoyu bıraktıktan sonra yazdığı ilk romandı. Pornoyu bırakmasına sevinmiştim ama kitap yazmasına hayır. Çünkü; sex konusunda uzman olan bir kişinin sex dışında anlatacağı bir şey olamazdı. Ve bu; edebiyatın bokunu çıkarmaktı bir bakıma. Aslında, öyle edebiyattan da anlayan bir tip değilim ama edebiyata pornografinin girmemesi taraftarıyım.

Kitabın arka kapağında üstsüz bir kadının resmi vardı. Kasadaki kız, kitabı satışlara işlerken gözlerini kadının minnacık göğüslerine sabitledi. Çok dikkatli inceliyor ve kendi kendine yorumluyordu:
"At gibi vücuda bok gibi göğüs. Tıpkı benim gibi."

Kahkaha attım. Dişlerimi açıkta görünce o da gülmeye başladı. Ama sinsice. Benim bir sapık ve piç kurusu olduğumu düşünüyordu heralde. Sırf bu resim var diye bu kitabı aldığımı da.

Para üstünü avucuma bıraktığında "iyi okumalar" dedi yapmacıklı bir şekilde. Ben de yapmacık bir "teşekkürler" diyecektim ama demedim. Gözü bendeydi, gözüm göğüslerindeydi. Tıpkı kitap kapağındaki kadınınkiler gibi minnacıktı. Haklıydı.

Dalmıştım. Yaptığım şey çok sapıkçaydı. Malzeme bandının üzerinde bulunan sol koluma cimcik attı. Kendime geldim. Elimi tuttu ve bir kart bıraktı kitabın bulunduğu poşetin içine.

Gülüyordu. Dişlerini göstermeden. Ben ona bakıp giderken. Gidemeyip de kapıya çarpıp düşerken...

Rock'n Coke



Rock'n Coke.
Yıl 2005.
Sahnede Ceza. Ben Dj kabininin arkasında seyrediyorum onu. Funky-C kabinde coşturuyor milleti. Sahtiyan'da eşlik ediyor Ceza'ya.

Deli gibi bağırarak eşlik ediyorum ben de. Ama mikrofonum yok. Funky-C susturma çabasında beni. Sonra beni unutup o da gaza geliyor. Ve sağlam bir "yeah" çekiyor.

Binlerce insan var. Rude Boy'la coşuyorlar şimdi. Herkes çılgınca eğleniyor. Tıpkı bizim gibi. Her şey sıcak, terli ama herkes mutlu. Şapkamın altındaki havlunun yerini değiştirirken Funky-C ne yaptığımı soruyor. Sormuyor aslında, bağırıyor. Bu kolonların altında konuşmak çok zor. "Araplara benzemişsin" diye de ekliyor ben cevap vermeden.

Şarkı bitiyor. Arkalarda "Kıraç" diye bağıran bir grup piç kurusunun sesi yankılanıyor. Rap'e ve rapçilere küfreden bir adamın ismini ibnece zikrediyorlar. Sonra dayak yiyorlar tabi.

Ve Ceza. "Siktirin gidin" diyor onlara. Gidiyorlar. 

Ben de, Funky-C'yle sıradaki parçanın fonunu ayarlıyorum. Ve başlıyor yeni şarkı. 

14 Şubat 2014 Cuma

SİYAH DÜNYA

Siyah. Benim için hayatın rengi. Hayatın anlamı ve bir sürü kahrolası düzen. Aslında düzensizlik. Yani genel anlamıyla hiçbir şey. Yaşamanın zor olduğu dünya. Karşıdan karşıya geçerken birisinin koluna girmesi gereken dünya. Sana acıma duygusuyla bakanların çok çok çok fazla olduğu dünya.

Gözlerinin görmediğinin bilincine varmak, hayata karşı en büyük isyanı başlatma anıdır. Neden böyle yaratıldığını, o yüce ve dokunulamayan gücü sorgularsın. Birilerinin o aptalca nasihatlerini duydukça, seni yarattığı söylenilen o güce isyan edersin. Çünkü bu aptallıkları duyasın diye yaşamıyorsundur. Kendini öldürmek istersin çoğu zaman. Ama öldürecek aletin yeri, hep ulaşamadığın ve göremediğin ince noktada olduğundan sadece ağlarsın.

İşte böyle boktan bir şeydir kör olmak. Siz; gözleri görüp benim söylediğim ve yazıya çevirilen bu sözleri okuyanlar. Biz böyle lanetlenmiş varlıklarız işte. Siz siz olun, bize acımayın. Çünkü sizi lanetleriz. Her gün bana bakıpta acıyan orospu çocuklarına, çarpılsınlar diye binlerce kez dua ediyorum.

Ne kadar lanetlenmiş olsak da, siz, bizleri kendinizden bilin. Acımayın. Sadece kolumuzdan tutun ve yolun karşısından geçirin. Teşekkür beklemeyin. Bizi acınacak duruma düşürmeyin. Lanet olsun...

11 Şubat 2014 Salı

TABUT



Gözlerimi açamıyorum. Sanki bir japon yapıştırıcısı sürülmüş gibi göz kapaklarımın birleştiği noktaya.

Kollarımı hareket ettiremiyorum. Tımarhaneye yatırılan bir deliye giydirilen elbise sanki üzerimde.

Islağım. Az önce yıkanmış ve kurulanmamış gibi. Hem de buz gibi çeşme suyuyla.

Sesler geliyor. Namaz. Evet, namaz kılıyorlar. Soğukta? Dışarıda?

Namaz bitiyor. Hoca bağırıyor: "Nasıl bilirdiniz?". "İyi bilirdik" diyorlar hep bir ağızdan.

O an gözlerimi açabiliyorum. Çürümekte olan, yeşile boyanmış tahta tabutun içerisindeyim. Bir bok böceği, göbeğimin üzerinde geziniyor. Onu atmak isterken tabutu açıyorum. Herkes, ikinci kez "İyi bilirdik" dediği anda "İyiyim tabi eşşoğlu eşekler" diyorum. "Sizden daha sağlıklıyım hem de."

Sessizlik.

Bir cesedi toprağı gömmeyi, dünyanın en kutsal işi sayan topluluk donup kalıyor.

Çıkıyorum tabuttan. Kefeni hocanın önüne atıyorum. Götüm başım açık, kalabalığın aptal bakışları arasında evime gidiyorum...

BİLMEK



Hiç alkol almamış biri, alkolün zevkini nereden bilebilir?

Hiç sevişmemiş biri, sevişmenin zevkini nereden bilebilir?

Hiç sigara içmemiş biri, sigara içmenin zevkini nereden bilebilir?

Hiç ölmemiş biri, ölmenin zevkini nereden bilebilir?

SİYASET



"Hemen çıkıyorum" diyor telefonda konuştuğu siyasetin zengin yaptığı adama

Koşar adımlarla parti binasına gidiyor. Terlemekten nefret ediyor ama bu hızlı adımlar bu sıcakta vücuttaki suyu dışarı çıkarmaya hevesli. Aslında siyasetten de nefret ediyor. Ama işsiz. Cepten yiyor. Partiye destek verip iyi bir işe girmeyi umuyor. Bu yüzden adımlarını daha da hızlandırıyor.

Babası ona tavsiye etti bunu. "Bak, bu seçimde bu parti kazanacak. Sen de işin ucundan tut ki, bir şeyler kapasın." O da azimle seçim çalışmalarına destek veriyor. Çok zeki değil. Hatta gerizekalı da denilebilir. Ama aşırı fanatikliği onu hep bir adım öne çıkartıyor. Konuya hakim olmadan ateşli konuşmalar yapıp, düşünmeyen kitleyi etrafında toplayabiliyor. Ama onun derdi bu değil. O 'kısa yoldan en güzel işi nasıl kapabilirim?' in peşinde.

Parti flamalarını görüyor. Siyasetin zengin ettiği adam tekrar arıyor: "Hadi oğlum nerdesin?". "Görüyorum sizi" diyor. "Oradayım."

Okkalı bir küfür savuruyor siyasetin zengin ettiği adama. İçi onun gibi biri olmak için yanıp tutuşuyor. 'O nasıl yalanlar söyleyerek, çalarak, çırparak zengin olduysa, ben de olacağım' diyor. 'O zaman kral olacağım kral' diye de ekliyor iç geçirmelerine.

Birbirlerine en iyi porno yıldızını gösteren kitlenin içine girdiğinde 'Reis' ve 'Başkan' nidaları yükseliyor. O da elini havaya kaldırarak bu sevgi gösterisine karşılık veriyor.

Siyasetin zengin ettiği adam karşılıyor onu. Ve 'nasıl daha zengin olunur?' un siyaset dilinde hararetli bir sohbete dalıyorlar...

10 Şubat 2014 Pazartesi

GECE



Gece. Saat üç. Oda sıcak. Doğalgaz sobası acımasızca yanıyor.

Uyku. Zorunlu eylem. Ama ondan eser yok. Uzaklarda. Sanki hiç gelmeyecek gibi.

Kıskançlık. Az yapıp öz yapanlara. İyi değil ama bitirici olanlara. Bilgili değil, aptalca davranıp şanslı olanlara.

Bencillik. Herkese. Her şeye. Kalabalığa. Aptallığa.

Boktanlık. Her anda. Her saniyede. Kendine bir anlık olsun değer vermemen de. Sadece aptal kızlarla sevişebilmende.

Suskunluk. Gibi. Yapmacık.

Anlam. Aslında anlamsızlık. Mesajı olmayan bir tiyatro oyununun saçmalığı. Saçmalığa tapınma.

Uyku. Zorunlu eylem. O geldi. Yakınımda.

Gece. Saat üç. Oda soğumaya başlıyor. Doğalgaz sobasını kapattım. Mavi, garip çiçek desenleriyle dolu yorgan bacaklarımın üzerinde.

Gözler. Kapandı....

SAHTE



Kalın camlı gözlükleriyle kutsal kitabı okuyordu. Anlamını bilmeden arapça kelimelerin arasında müthiş feyz alarak dolaşıyordu. Ona baktığımı kalın camlı gözlüklerini aşağıya indirdiğinde gördü:

"Sen de oku. Okumak sevap" dedi.

Çok ciddiydi söylediklerinde. Onu tanımayan biri 'Allah'ın askeri' diyebilirdi. Ve onu dini bütün bir müslüman olduğunu da söyleyebilirdi.

Kutsal kitabı, göbeğinden aşağıya gelmeyecek yükseklikte tutarak kitaplığın en üst bölmesine koydu. Bilgisayarının açma tuşuna bastı sonra. Sabırsızdı. Sinirli gibiydi. Sanki terlemeye başlamıştı.

Bilgisayar açıldığında masaüstüne kısayol olarak kaydettiği bahis sitesine fareyi kırarcasına iki kez bastı. Açılan sitede kullanıcı adı ve şifresini girdi. Yaptığı kupon patlamıştı. Üstelik bütün maaşını oraya basmıştı. Yakınıyordu. Gözleri dolmuştu. Ben olmasam, belki de ağlayacaktı.

Sonra ezan okunmaya başladı.

"Abdestimi tazelemem gerek" diyerek lavaboya koştu. Bir dakika sonra yanımdaydı. "Sen de geliyor musun?" diye soru sormak için soru soran biri gibi sordu. Cevap vermedim.

Kapıyı hızlıca çarptı. Merdivenleri hızlıca indi. Ezan sona erdi...

KIRMIZI



Uykusu geliyordu. Uyumak istemiyordu. Yorganın ter kokmasını istemiyordu. Vücudunun terini yorganıyla paylaşmak istemiyordu. Gözleri bulanıktı. Bir şeker hastasının günde bir kere iğneye muhtaç olması gibi, o da bilgi hastasıydı. Eline aldığı derginin bütün kelimelerini gözleriyle süzmeden uyuyamazdı. En azından o öyle düşünüyordu.

Onu bulduğumda horluyordu. Derginin kapağı sayfalarından ayrılmıştı. Üzerine yattığı derginin sayfaları kırış kırıştı.

Belimden silahımı çıkardım. İyi tıraş edilmemiş pürüzlü yüzünde silahımın namlusunu gezdirdim.

Rahatsız olmuştu. Ama uyanmamıştı. Bir kez daha uyguladım aynı işlemi. Yavaş yavaş uzun kirpiklerinin arasındaki açık kahverengi italyan gözlerini ortaya çıkarıyordu.

Beni farketti. Sakin olmasını söyledim. Sakin olduğunu söyledim. Gururlu bir piç kurusu izlenimi veriyordu. Bu öfkemi daha da alevlendirdi.

Ve bütün şarjörü beynine boşalttım...

8 Şubat 2014 Cumartesi

BALGAM



Sigarayı öksüre öksüre içiyordu ikinci dünya savaşından kalma ihtiyar. Ağzından halkalar çıkarıyordu. Sinekler de, bir sirkmiş gibi bir halkadan diğerine atlıyorlardı.

Bana baktı. Kendimi bir savaş esiri gibi hissettim. Bakışlarıyla aşağılıyordu sanki.

"Neden" dedi, "bu insanlar hep kötü."

Diyecek bir cevap bulamadım. Bir şeyler kekelemeye başlamıştım ki, elini bir meastro gibi kullanıp konuşmamı engelledi.

"Çünkü genç adam; para insanın mazotu."

Kırışmış, çapaklı gözleriyle benim onu umursamadığımı görünce "Ehh" dedi balgamlı ses tonuyla. Sonra da boğazıyla beraber bütün ince-kalın bağırsaklarını temizleyerek yeşilimsi sıvıyı kaldırıma tükürdü.

"Babana selam söyle" dedi giderken. Bir kere daha temizledi boğazını sonra. Bu kez yeşil sıvının gittiği yere bakamadım. Parfüm banyosu yapmış kız geçmeseydi eğer fena halde kusacaktım. Kusmadım. Kız iyiydi. Kokusu güzeldi.

Ve nasihat vermiyordu...

ERTELEME



Uzun bir yolculuktan sonra bu sanayi kentine gelmişti. Yorgundu. Kızıla boyanmış kıvırcık saçları iki gündür yıkanmadığı için yağlanmıştı. Telefonunun küçük ekranını kullanarak yüzündeki küçük sivilceleri uzun tırnağıyla izi kalacak şekilde yok ediyordu. Yok ettiğini sanıyordu.

Biraz sonra kendisine bir arkadaş yapmıştı bile. Kısa boylu, az duyan, saçları fönlü, az konuşan bir çocuk. O da aynı niyetle uzaklardan gelmişti. Gergindi. Sivilcelerini patlatan kızın söylediklerini dinliyor, kafasını sallıyor ama yorum yapmıyordu.

İkisi de aynı anda saatlerine baktı. Aniden ayağa kalktılar. Beş katlı memur dolu binanın kapısına koşuyorlardı. Koştukları kapıyı, incecik bir içeriden zorlayarak açtı. Onlara 'yok' gibisinden bir şeyler söyledi. Az önce oturdukları masaya döndüler.

Bir kahkaha attım o anda; Saba Tümer gibi. Biliyordum çünkü ben ertelendiğini. Sınavın 1'de değil 3'de olacağını...

KIZIL SAKALLARIN CAN ÇEKİŞİ



Ağlamak. Aslında ağlayamamak. Gözyaşlarını içine dökmek. Kahrolmak. Kahrolası sakallarını keseceğin için.

Peki ağlayacağını bile bile neden yapıyorsun bunu?

Belli bir cevabı yok aslında. Çevremdeki insanların durup dururken sakallarıma isyankar bir yorum yapması değil. Yeni bir stil arayışı; bu hiç değil.

Acaba nedeni ne?

Biraz sonra yer yer kızıla dönmüş sakallarımı lanet bir makineye işkence ettireceğim. Evet. Bunu yapacağım. Hiç acıma duymayacağım bunu yaparken.

Gerçekten böyle mi olacak?

Ah, lanet olsun. Berber yolu hep böyle kararsızlıklarla geçmek zorunda mı?

5 Şubat 2014 Çarşamba

SOL KIÇ YANAĞININ SOLU



Platinin olduğu tarafa oturdukça, onu daha derinden hissediyorsun. Soğukluğu sol kıç yanağının solundan, bütün vücuda serinlik veriyor. Kendini yıpratmış bir tenin altında hüzünle ağlıyor bazen. Ağlamaklı şiirler haykırıyor. Topluluğun içinde seni kendi kendine konuşuyor sananlar platini hiç bilmiyorlar. Ve senin iflah olmaz bir deli olduğunu sanıyorlar. Aldırmıyorsun onlara. Hiçbir şeye aldırmadığın gibi.

Sonra bir çılgınlık yapıp, ruhunun hiç barışmadığı kalabalıklar arasına girmeyi istiyorsun. Köprüden şehrin merkezine inecekken, seni, teni esmere çalan gazete satan çocuklar karşılıyor. Bir tane alıyorsun. Çay içerken okurum diye koltuğunun altına huzurla yerleştiriyorsun. Ama çay içecek adam akıllı bir yer bulamıyorsun. Sonra kuytu köşede kalmış, öğrencilerin bol olduğu bir kahveye sığınıyorsun. Açıyorsun gazeteni.

Gazeteyi bitirene kadar bir çay,  iki kuşburnu içiyorsun. Etrafında kimse kalmamış. Bütün tabureler toplanmış. Kahveciyle göz göze geliyorsun. Tam yanına, hesabı ödemeye gidecekken, sol kıç yanağının solundaki platin serinlik vermeye başlıyor. Acıyorsun kendine. Sefilliğine. Bir sürü boktan renk barındıran gömleğine. Suratında bulunan, nirvanaya ulaştırdığını sandığın o lanet karmaşık haritaya...

Unutmak. Aslında unutamamak. Ve arada kalmak. Platinin yaşamına getirdiği şeyi hissetmek. Şey. İşte en büyük gizem bu. Şeyleşmenin karamsarlığı.

Ve geri dönmek. Sol kıç yanağının solundan gelen serinliği hissettiğin ilk yere...

TOP KAVGASI



İkizlerdi. Birinin saçları kızıl, diğerinin siyahtı. Onları sevmiyordum. Bedbaht bir hayatın boktan neferleriydi onlar. Ağızlarında, daha önce hiçbir yerde duymadığım küfürler dolaşıyordu. Öylesine. Bir anlık. Pervasızca edilen küfürler.

Yamalanmış yolda, keskin zift kokusu eşliğinde top oynuyorduk. Durmadan tekme yiyordum ikizlerden. Sıkıldım. Ama devam ettim. Daha şiddetli tekmeler geliyordu. Çok acıyordu ama top onlarındı. Bu yüzden sesimi çıkarmıyordum.

Sert bir kasti tekme sonrası dizimin üzerine düştüm. Dizim fena kanıyordu. Oyuna devam edecek durumda değildim. Tekmeyi atan kızıldı. Ayağa kalkmamı ve oyuna devam etmemi istiyordu.

Kalktım. Boyumun avantajıyla sol gözünün üstüne Mike Tyson yumruğu indirdim. Sonra siyah saçlı olanı küfürler ederek yanıma geldi. Onu da, Zidanevari bir kafayla yere serdikten sonra eve gittim.

Annem dizime pansuman yapıyordu. İkizlerin her zaman küflü peynir kokan anneleri geldi. Benim, çocuklarını dövdüğümü söyledi.

O ana kadar işittiğim en büyük azarı işittim sonra. Ve bir daha o piç kurularıyla değil top, yan yana gelmemeye bile yemin ettim...

3 Şubat 2014 Pazartesi

OKYANUS GÖZLÜ KADIN




Kitap kurdu olmak istediğini söyledi okyanus gözlü kadın. Sonra da benden tavsiye istedi. Ne yapmalıymış. Nasıl gerçekleştirmeliymiş bu dünyanın en eğlenceli işini.

Ne cevap vereceğimi zihnimdeki fırında pişirmeye çalışırken okuyamama nedenlerini sıralıyordu bir bir. Bu bankada çalışyormuş. Bu yüzden; hafta içi 9 ile 5 arası zaten okuyamazmış. Eve gidince de çok yorgun oluyormuş. Uzanarak televizyonu açıyormuş beş dakika diye. Acun'un programlarından biri denk gelirse bitene kadar izliyormuş. Sonra duş. Bir de yemek. Ve sonra uyku. Haftasonları da okuyamıyormuş işte. Öyle belli bir nedeni yok.

Neden bunları bana anlatmıştı ki şimdi? Soruya daha samimi bir cevap vermem için mi? Of, çok sıkıldım. En iyisi ona bir daha kitap okumamasını tavsiye etmek. Ama bunu ona yapamam. Çünkü gözleri çok mavi.

Daha önce de mavi göz görmüştüm ama bu kadar mavisini hiç görmemiştim. O biraz önce susmuştu. Ben ise cevap vermek yerine onun okyanus mavisi gözlerinde yüzüyordum. Dalmıştım.

Elini gözlerimin önünde gezdirdi. Kendime geldim. Cevabımı bekliyordu. Yutkundum. İsmini sordum. "Sema" dedi okyanus gözlü kadın.

"Polisiye okumalısın. Hem de çok fazla. Aksiyonu yaşadıkça okuma isteğinde artacak. Bir zaman sonra artık bir kurt olduğunu anlayacaksın" dedim.

"Peki yazar ve kitap" dedi kocaman gözleriyle.

Çantamı açtım. Psikopat'ı attım kollarının arasına. Aldı, sayfalarını karıştırdı. Sonra beni incelemeye başladı. "Bu ucubenin dediğini yapmalı mıyım?" bakışı attı sonra.

"Tamam" dedi. "Bitirdiğimde kitabı kutlamasını yaparız. Çünkü bunu okursam, okuduğum en kalın kitap olacak."

Sonra ben kalktım. Çantamı omzuma attım. "Ara beni kitabu bitirdiğinde. Bu partiyi kaçırmak istemem" dedim.

Yolculadı sonra beni.

Ben gittikten sonra dosyaların arasında boğulmaya devam etti...

MUM



Neden bir insan, on katlı binanın onuncu katında oturmayı tercih eder ki? Üstelik asansör de bozuk. Bu merdivenlerden çıkmak, askere gitmeyi reddetmekten daha zor bir karar. Mecbur muyum? Hayır. O zaman o insin aşağıya. Ama beni misafirliğe çağırdı. Hem de bugün ve asansörün bozuk olduğunu bile bile. Allah belanı vermesin emi.

Çıkmaya başlıyorum lanet olası merdivenlerden. Eski, yamuk ve kaygan mermerle beni sakat bırakmaya meyilli. Of, daha dokuz kat kaldı. Eğer iyi bir yemek hazırlamadıysa, ona bu son gelişim olur. Zaten kupkuruyum. Daha da zayıflatacak beni.

Sekiz kat kaldı. Acaba niye çağırdı beni? Hiç çağırmazdı oysa. Hep ima ederdim. Hiç oralı bile olmazdı. Benden başka bütün arkadaşlarını çağırmıştı heralde.

Yedi kat kaldı. Acaba parfümümü değiştirdiğimden mi çağırdı beni? İki gündür harika koktuğumu söyleyip duruyor.

Beş kat kaldı. Yoksa düşündüğüm şey için mi çağırdı beni? Bilgisayarı mı bozuldu? Geçen seferinde de ben yapmıştım. Ama o değildir ya.

Üç kat kaldı. Kalmaz olaydı. Köpek gibi yoruldum. Bu işkence bitsin artık.

Nefes nefese kalmış halde zile basıyorum. Yüzü her zaman olduğu gibi güller açıyor kapıyı açtığında. "Yoruldun mu?" diyor sonra bütün saflığıyla. Konuşacak enerjim kalmadığından gözlerimle cevaplıyorum.

O hala gülüyor.

İçeri geçiyorum.

Mumları görüyorum her tarafta. Çok para harcamış olmalı.

Bir köpek koşuyor üzerime doğru. Ve havlıyor. O köpeğe "sus" diyor. Köpek susuyor. Ama köpeği hiç gözüm tutmadı.

Mumlar bitmiyor. Yemek masasına kadar her yer mum. Bazıları renkli. Ama içim bunalıyor. İçerdeki is gözümü yoruyor.

Ve yemek. Harika. Ortamın romantikliğine inat, hayvanca indiriyorum mideye.

Ve tuvalet.

Ve uyku. Çift kişilik.

Horlayarak...

BİM POŞETLİ HIRSIZ



Elinde silah ve poşet, kafasında maskeyle bankaya girdi. Elindeki yırtık BİM poşetiyle vezneye doğru ilerledi. Poşedi kadına uzattı.
Çıt çıkmıyordu.
Herkes durumu kabullenmişti.
Sanki bankanın soyulacağını, benim dışımda herkes biliyordu.
Peki niye bana söylemediniz bu durumu?

Emekli maaşını almaya gelen amcalardan biri pantolonumun köşesinde çekiyor ve fısıldayarak onun ve herkesin yaptığı gibi yere oturmamı istiyor. Bunu yapmayacağım. "Oyunbozanlık yapma" der gibi bakıyor bir kadın.

Ben de aksiyon istiyorum. Ama böyle değil. İşini yavaş yapan banka memuruna küfretmekti benim aksiyonum. Bu değil. Hiç değil.

Yavaş adımlarla yaklaşıyorum vezneye. Herkes sessizce yalvarıyor gitme diye. İçimde dalgalanan adrenalini durduramıyorum.

Dandik poşete atılan her deste para, daha bir tok ses çıkarıyor. Bir an arkasını ddönüyor BİM poşetli hırsız. Kendimi namlunun ucunda buluyorum sonra.

Bu bir kurusuku.

Ve hırsızı linç ediyoruz...

1 Şubat 2014 Cumartesi

SICAK GECENİN GETİRDİĞİ



Sıcak, sımsıcak bir gece.
Bir odada tıkışıp kalma.
Tek açık pencereden gelen esintiyi vücuda yayma.

Kendimi çok zorluyorum. Sıcaklığı duygusuz bir kadına benzetiyorum. Hırsları için, insanların üzerine karafatmaya basar gibi basan kadın.

Esintiyi ise anneyle özdeşleştiriyorum. Her an seni hisseden anne. Sıcaklığa karşı serinlik veren anne. Ferahlatan ve sonsuz bir huzur veren anne.

Mutsuz bir yaşam süren çiftlerinde hayatı bu benzetmelerde saklıdır aslında. Anneler yalanı anlarlar ve daima önce anneler ölür. Çünkü yalanın cazibesi anneden daha tatlı gelir...

KULAK TECAVÜZÜ



Bangır bangır çalan disko müziği.
Şiveli bağıran üç genç.
Yakan güneş.
Ve külüstür bir araba.

"Kapatın şunu, kulağımızı siktiniz sabahtan beri" diyorum gençlere. Oralı bile değiller. Herhalde duymadılar. Oysa bağırdım. Ne yapmalı? Şu radyonun kapatma tuşuna bassam sorun çözülecek galiba.
Tuşa bastım.
Şiveli birkaç küfür dalgalandı havada.
Sinirlendim.
Radyoyu yerinden çıkarttım. Külüstürün içinden çıktım. Radyoyu üçünün ortasına fırlattım. Bu yaştan sonra kulaklarımın bu gerizekalılar tarafından sağır bırakılmasına asla izin veremezdim.

Saçları en uzun olanı hızlıca yanıma geldi. "Ne ayak" olduğumu ve "ihtiyar" olduğumu da vurgulayarak tükürük ve pis ağız kokulu bir konuşma yaptı.
İğrenç. Kusmak, şu anda en iyi şey. Hem de suratına. Ama ben öyle yapmıyorum. Nazikçe onları uyardığımı, beni duymadıklarını, ben de kulaklarımın sağır olmaması için böyle bir yönteme başvurduğumu söylüyorum.

Gayet medeni bir davranış sergiliyorlar bu söylediklerimden sonra. Özür dileyip, bir daha böyle bir şey olmayacağına dair söz veriyorlar.

Mutlu bir şekilde yanlarından ayrılıyorum. Tam apartmanın kapısını aralayacakken, yine aynı ses, kulaklarıma tecavüz ediyor. Bu sefer ben uğraşmamalıyım. "Polis 155'ti di mi?"

31 Ocak 2014 Cuma

AZGIN KİTAPLAR



Kitaplarla sevişen insan sayısı azdır gelişmemiş ülkelerde. Bizim ülkemiz bu konuda da çok iyi değildir herhalde. Ön sevişme bile gerçekleştiremiyor kitaplarla bazen insanlar. Kitaplar bakir-bakire kalıyor. Rahmi beslenmiyor insan suyuyla. Ve kitapsızlaşmak, bir dinin sembolü haline geliyor.

Kitaplar azgınlıklarıyla kalıyor. Enerjileri kendini yiyip bitiriyor. Ve yeryüzünde bulunan aptalların kapışmasını hüzünle seyrediyorlar...

CADDE



Kalabalık bir cadde. Ben içlerinde değilim. Uzaktan seyrediyorum o itici manzarayı. Sesler; kulakları mahveden saçma sesler. Göğüslerini açıp, etrafında bulunan insanlara küfreden kör kadın. Bağıran çocuk sesleri. İğrenç makyajlı çirkin kızlar. Saçlarını sağa yatıran sapık erkekler. Kerhanelerin patronu pezevenkler gibi, kendi dükkanında bulunan malzemeyi süzmelik yaparak satmaya çalışan pazarlamacılar...

Ve başlayan yağmur...

TANTUNİ



Para. Yok.
Ceplerim bomboş. Burun kıllarımda tango yapan tantuninin o enfes kokusu beni çıldırtıyor. Ceplerimdeki boşluğun serinliği tantuniyi ağzımda hayal etmemi bile engelliyor.

Bağırmak. Belki tek çare bu şimdi. Belki deli diye, gariban diye bir yarım sarabilirler bana. Ama kendimi o kadar da küçük düşüremem ki. İstesem de yapamam bunu. Zaten ne zaman zor bir iş yaptım ki? Zihnimi karıştırmaya hiç gerek yok. Cevap; yok.

Dükkana, tantuni cennetine yaklaşırken attığım her adım krize sürüklüyor beni. Sevdiğin kıza, tipsiz olduğun için açılamamak gibi bir şey bu.

Dükkanın sadece beş büyük adım karşısındayım. Yan gözle müşterisine tantuni hazırlayan Usta'ya bakıyorum. Gerginim. Terliyorum. Sıkılıyorum. İlk banka soygununa çıkacak acemi bir hırsız gibiyim. Midem yanmaya başlıyor aniden. Ayakta durmakta zorlanıyorum. Gözlerim ağır ağır kapanmaya başlıyor. Düşüyor ve kafamı kaldırıma vuruyorum.

Yere düştüğümü ilk gören Usta oluyor. İşini bırakıp yanıma koşuyor. Dükkan önündeki sandalyelerin birine oturtuyor beni. Sonra bir ayran getiriyor. 'Hayır, tantuni getir bana' diyorum içimden. Az önce müşterisine hazırladığı tantuniyi almaya koşuyor. Yoksa ben, sesli mi konuştum? Ah, hayır. Utanmana gerek yok. Ye tantunini.

Acımasızca yiyorum. Ve bir teşekkür bile etmeden, arkama bakmadan uzaklaşıyorum oradan. Bıyıklarımın üzerinde gezinen ketçap ve ayran kalıntılarıyla...

28 Ocak 2014 Salı

YAZININ İNTİKAMI



Bir kağıda döktüklerindir aslında.

Yapamadıkların,
yapamayacakların,
hep olmasını istediğin.

Yazarak.
Ondan intikam aldığın...

BAYAT



Bırak;
şimdi yıldızlar bize çok ırak.

Çiçek;
şimdi böceklerin yediği bir yemek.

Dünya;
başrolünü benim oynadığım komedya.

Kelimeler;
susan bir galakside ki ıssız gezegenler.

Ve hayat;
evlerde dünden kalmış bir ekmek gibi bayat...

KAHVE



Soğuk alevler.
İbrahim'e olan gibi.
Karıncanın tarafı gibi...

Şu kahve,
aydınlanan gözler.
Bilmiyor kahve,
yükselecek sözler.

İnsanlık...

27 Ocak 2014 Pazartesi

OYUN



Kızgın bir annenin sesi geliyor önce. Sonra bir tokat sesi, sonra ona ağlama sesi eşlik ediyor. Annenin sesi tekrar geliyor, tekrar kızıyor. Çocuk yüzünü tutmuş. Belli ki tokat yemek istemiyor. Susmuyor. Ağlıyor fakat elleri yüzünde, parmaklarının arasından annesinin hareketlerini gözlüyor. Şükür ki annesinin yanına başka bir kadın geldi. Rahatlıyor. Az önce yüzünü kapattığı elleriyle gözyaşlarını siliyor.

Yanından Fulya geçiyor. Fulya'ya bakıyor, Fulya ona bakmıyor.

Annesi geliyor. Annesinin yüzü güller açmış. Herhalde çaldığı erikleri unuttu. Sonra yürüyorlar hiç durmadan. Annesine bakıyor, annesi düşünceli. Akşam ne yemek yapacağını düşünüyor olmalı. Söylese mi acaba, canının makarna çektiğini. Yok, en iyisi bir şey söylememek. Her an çaldığı erikler hatırlanabilir.

Gidiyorlar.

Annesi bir kadın daha görüyor yolda. Kadın heyecanlı, annesi de heyecanlanıyor. Pazar arabasını orada bırakıp koşuyor. O da peşinden koşuyor, ne olduğunu anlamadan.

Burası onun evi. Evin önü hiç bu kadar kalabalık olmamıştı. Babası işten gelmiş olmalı. O da sevmezdi böyle kalabalığı oysa.

Herkes ona bakıyor, başını okşuyor. Merdivenlere yöneliyor annesinin peşinden. Korkuluksuz, tehlikeli merdivenlere. Annesinin haykırışını duyuyor önce, sonra anneannesinin tesellisini. Yerde biri yatıyor. Pantolonu ne kadar da babasınınkine benziyor. Gömleği; babasının gömleği. Herkes bir ağızdan hıçkırarak ağlamaya başlıyor sonra, oda kalabalık. Herkes ona bakıp ağlıyor.

Sonra eğiliyor babasının yüzüne doğru. "Söz baba, bir daha erik çalmayacağım. Lütfen ölme oyununu oynama artık..."

EĞLENMEK NE DEMEK?



Pencerenin altındaydık. Camı açmasını bekliyorduk eylemimizi gerçekleştirmek için. Eylemimiz topluca geğirmekti. Sokağın en uzun ve sesli geğireni bizdik. Sarı kızı korkutarak bu ünvanımızı korumak istiyorduk.

Pencerenin kolu çevriliyordu.Bunu duyuyorduk. Sonra açıldı. Biz de ağzımızda bulunan gazı yemek borusuna hızlıca pompa etmeye başladık. Aynı anda yapacaktık. Bu korkunç olacaktı.

Üzerimize sarı kızın gölgesi düştüğü anda bütün gazı dışarı bıraktık.
İğrençti.
Kusmuş da olabilirim o anda.
Ama daha da korkuncu sarı kızın attığı çığlıktı. Bizim geyirik sesimizi bastırmış, kulaklarımızı haftalarca çınlatmıştı.

Kafasını pencereye çarpmış o anda. Oh olmuş. Sonra dediğim gibi çığlık attı. Sonra da annesinin mutfağı silerken kullandığı pis suyu başımızdan aşağı boca etti.

Sonra ne mi yaptık? Tabi ki topuk.

Sarı kızla bunu uzun seneler sonra konuştuğumuzda, ona karşı büyük bir nefret taşıdığımı hissettim.

Eve gittim sonra. Duş aldım. Yıllar sonra başımdan aşağı boca ettiği pis sudan temizlendim.

26 Ocak 2014 Pazar

KIRKBEŞLİK



Horladığını insanlar kabul etmek istemez. Utanç verici bir şeydir. İnsan içine bile çıkılamaz bazen. Bu kadar berbat bir durumdur işte.

Dün kırkbeş yaşıma bastım. Horladığımı da ilk kez bu yaşımda öğrendim. Kendimden utandım. İlk karım; çok horladığımı iddia edip terk etmemiş miydi beni? Ya ikinci karım. Horladığımı söyleyerek odalarımızı ayırmıştı. Ve sonra ayrılmıştık işte.

Horluyorum. Ben. Bu iğrenç.

Birinci ve ikinci karımı arayıp onlardan özür mü dilemeliyim; beni her suçladıklarında, onlara yalancı dediğim için. Yoksa bu vicdan azabıyla ölmeli miyim?

Keşke öğrenmemiş olsaydım horladığımı. Uyandıktan sonra bile horlamaya devam edemeseydim keşke.

Keşkeler bitmez ki şimdi.

En iyisi bir daha evlenmemek...

TAVUK DÖNER



Sattı.
Kendisini.
Üç kişiye.
Sütyensiz, silikonsuz memelerinin ucu görünüyordu ince sarı penyesinin altından. Üç kişiyle beraber Tarlabaşı'nda bir sokağa girdiler. Sonra iki kişi daha eklendi. Beş kişi bir travestinin arkasındaydı. Kahkahalar atıyorlardı. Travestinin kalçasına da arada bir şaplak atıyorlardı.

Onları kaybettim.
Bir anda, araba olmayan sokak araba doldu. Aralarında insan geçemeyecek kadar mesafe vardı. Sinirlendim. Küfrettim.

Başka bir sokağa girdim. Acıkmıştım. Bir tavuk döner ısmarladım kendime. Yedim. Zihnimde dolaşan beş kişiye bir travestilik fantaziyi unutmaya çalışarak...

25 Ocak 2014 Cumartesi

FABRIQUE



Usta.
İşçi amiri.
Kıdemli çalışan.
Böyle sıfatlara sahipti. Yirmi üç yıldır aynı fabrikada aralıksız çalışıyordu. Askerden geldiğinde başlamıştı. İki çocuğu ve bir torunu var. Hala burada çalışıyor. Üstlerinin sözünü dinleyen, herkese göre makul bir adam.
Bazen sinirlenir, bazen de ensesine yapıştırır işçilerin. Bu bir sevgi mesajıdır aslında. Vuran da vurulan da ensesine bu kadar sert vurulursa, ileride üreme gücünün kaybedileceğini bilir ama "erkek adamız" cümlesiyle bu tehlike savuşturulur.

Çocuklarına da böyle vurur Usta. "Erkek adamsınız ulan, biraz dayanıklı olun" diye de tembihler sonra. İlk çocuğu kız kaçırmıştır, yirmisinde evlenmiştir. Bir torun vermiştir kucağına. "Sapını tutamadın şerefsiz" diye azarlar sık sık onu. O da kendisi gibi bir fabrikada işe başlamıştır. Elbette onun attığı adımları izleyecektir hayat yolunda.

Diğer çocuğu ise kendisine hiç benzememektedir. Devamlı gezer şehir şehir. Parayı nereden bulur bilmez. İşim var deyip, bazen bir ay gelmez eve. Henüz on dokuzundadır. Bir iki defa tehdit etse de, 'akacak kan damarda durmaz' deyip salıvermiştir onu. Her döndüğünde kitaplarla gelir. Kütüphanesine ekler. Usta da karıştırmıştır bunları ama çok kurcalamayıp yerine koymuştur.

Usta bir gün emekli olur. Emekli yaşının altmış beş yaşına çıkarılmadığı günlerdir. Fabrika ona yaptığı hizmetler için teşekkür edip, "elvada" der. Artık fabrika yoktur. Artık Usta değildir. İşçilerinin ensesine vuramaz artık. Emeklidir.

Küçük oğlunun kütüphanesine günden güne daha bir yakınlık duyar. Kitapları karıştırmakla kalmaz. İçlerine girer, büyülenir, sersemleşir. Bazen okurken uyuya kalır. Tıpkı oğlu gibi. Anlar onu.

Gider.
Uzaklara.
Uzak memleketlere.

Elinde kitaplarla döner. Tıpkı oğlu gibi. Anlar onu.

Hep gider.
Çok çok uzaklara.
Çok çok uzak memleketlere.

Bir gün geri döner.
Tabutla.
Tabutun içinde kitaplarla.
Yüzünde ölü bir gülümseme.
Gerçek...

EN SEVDİĞİM PANTOLONUM



Loş ışıklı bir mekanın siyah, kalın kapı camı.
Görmüyorum.
İlk dizim çarpıyor. Sonra camı yarıp içinden geçiyorum. Gözüm kararmış, görüntü yok. Ayaklarım titriyor.

Gözlerim açılıyor.

Etrafımda mucize gören kalabalık. Ağızları açık seyrediyorlar beni. Ve yerde bulunan kırık kalın büyük camları gösteriyorlar işaret parmaklarıyla birbirlerine.

Sonra tekrar bana bakıyorlar.
"Allah korumuş" diyorlar.

Ben konuşamıyorum. Kendimde miyim, onu da bilmiyorum.

Dükkan sahibi geliyor sonra. Camı nasıl taktıracağımı soruyor. Camcı getiriyorum o halimle. Takılıyor. Sigorta karşılıyor.
Ben ödemiyorum. Mutluyum.

Ama pantolonum yırtılmış. Kocaman bir kesik. Yırtık.
Ah! Lanet olsun. Keşke ölseydim. O benim en sevdiğim pantolonumdu...

KÜFREDİŞ



Bekleyiş.
Gelmeyeceğini hissediş.

Tutku.
Arzu.
Ve bağlanma,
arsızlığına, boşvermişliğine.

Seyrediş.
Önünden geçip giderken.
Küfrediş.
Ufukta kaybolurken...

KUMANDA



Kumandayı eline aldı. Açma-kapama tuşunun kırmızılığına ve ses kapatma tuşunun yeşilliğine hayranlıkla baktı. Bütün tuşlara teker teker basmaya başladı. Zevk alıyordu bu yaptığından. Hiç sıkılmış gibi de bir hali yoktu. Kumandanın üzerine bulunan bütün tuşlara basıyordu, bittiğinde bir daha tekrar ediyordu bu işlemi.

Onu izlemekten sıkılmıştım. O da sıkıldığımı anlayıp kumandayı bana verdi. Kumandayı elime aldığımda televizyonun bozuk olduğunu unutmuştum. Gözlerim televizyonda ve parmağım kumandanın açma-kapama tuşundayken kahkahalar atmaya başladı.

Kendimden utandım. Gülüyordu. Sinir oldum. Kumandayı kanepenin uzak köşesine fırlattım.

Sustu. Kalktı ve kumandayı aldı. Yanıma oturdu. Kumandanın tuşlu tarafını çıplak baldırının ön kısmına dişlerini sıkarak bastı.

Güldüm. Çok güldük.

Sonra bir televizyon tamircisini aradık...
Bu blogta yer alan yazılar üzerindeki 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu altında düzenlenen tüm maddi ve manevi haklar eser sahibi olan Ahmet Kaya'ya aittir. Söz konusu içerikler eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, işlenemez, değiştirilemez veya başka internet sitelerinde ya da basılı veya görsel yayın yapan diğer mecralarda yayınlanamaz.