31 Ocak 2014 Cuma

AZGIN KİTAPLAR



Kitaplarla sevişen insan sayısı azdır gelişmemiş ülkelerde. Bizim ülkemiz bu konuda da çok iyi değildir herhalde. Ön sevişme bile gerçekleştiremiyor kitaplarla bazen insanlar. Kitaplar bakir-bakire kalıyor. Rahmi beslenmiyor insan suyuyla. Ve kitapsızlaşmak, bir dinin sembolü haline geliyor.

Kitaplar azgınlıklarıyla kalıyor. Enerjileri kendini yiyip bitiriyor. Ve yeryüzünde bulunan aptalların kapışmasını hüzünle seyrediyorlar...

CADDE



Kalabalık bir cadde. Ben içlerinde değilim. Uzaktan seyrediyorum o itici manzarayı. Sesler; kulakları mahveden saçma sesler. Göğüslerini açıp, etrafında bulunan insanlara küfreden kör kadın. Bağıran çocuk sesleri. İğrenç makyajlı çirkin kızlar. Saçlarını sağa yatıran sapık erkekler. Kerhanelerin patronu pezevenkler gibi, kendi dükkanında bulunan malzemeyi süzmelik yaparak satmaya çalışan pazarlamacılar...

Ve başlayan yağmur...

TANTUNİ



Para. Yok.
Ceplerim bomboş. Burun kıllarımda tango yapan tantuninin o enfes kokusu beni çıldırtıyor. Ceplerimdeki boşluğun serinliği tantuniyi ağzımda hayal etmemi bile engelliyor.

Bağırmak. Belki tek çare bu şimdi. Belki deli diye, gariban diye bir yarım sarabilirler bana. Ama kendimi o kadar da küçük düşüremem ki. İstesem de yapamam bunu. Zaten ne zaman zor bir iş yaptım ki? Zihnimi karıştırmaya hiç gerek yok. Cevap; yok.

Dükkana, tantuni cennetine yaklaşırken attığım her adım krize sürüklüyor beni. Sevdiğin kıza, tipsiz olduğun için açılamamak gibi bir şey bu.

Dükkanın sadece beş büyük adım karşısındayım. Yan gözle müşterisine tantuni hazırlayan Usta'ya bakıyorum. Gerginim. Terliyorum. Sıkılıyorum. İlk banka soygununa çıkacak acemi bir hırsız gibiyim. Midem yanmaya başlıyor aniden. Ayakta durmakta zorlanıyorum. Gözlerim ağır ağır kapanmaya başlıyor. Düşüyor ve kafamı kaldırıma vuruyorum.

Yere düştüğümü ilk gören Usta oluyor. İşini bırakıp yanıma koşuyor. Dükkan önündeki sandalyelerin birine oturtuyor beni. Sonra bir ayran getiriyor. 'Hayır, tantuni getir bana' diyorum içimden. Az önce müşterisine hazırladığı tantuniyi almaya koşuyor. Yoksa ben, sesli mi konuştum? Ah, hayır. Utanmana gerek yok. Ye tantunini.

Acımasızca yiyorum. Ve bir teşekkür bile etmeden, arkama bakmadan uzaklaşıyorum oradan. Bıyıklarımın üzerinde gezinen ketçap ve ayran kalıntılarıyla...

28 Ocak 2014 Salı

YAZININ İNTİKAMI



Bir kağıda döktüklerindir aslında.

Yapamadıkların,
yapamayacakların,
hep olmasını istediğin.

Yazarak.
Ondan intikam aldığın...

BAYAT



Bırak;
şimdi yıldızlar bize çok ırak.

Çiçek;
şimdi böceklerin yediği bir yemek.

Dünya;
başrolünü benim oynadığım komedya.

Kelimeler;
susan bir galakside ki ıssız gezegenler.

Ve hayat;
evlerde dünden kalmış bir ekmek gibi bayat...

KAHVE



Soğuk alevler.
İbrahim'e olan gibi.
Karıncanın tarafı gibi...

Şu kahve,
aydınlanan gözler.
Bilmiyor kahve,
yükselecek sözler.

İnsanlık...

27 Ocak 2014 Pazartesi

OYUN



Kızgın bir annenin sesi geliyor önce. Sonra bir tokat sesi, sonra ona ağlama sesi eşlik ediyor. Annenin sesi tekrar geliyor, tekrar kızıyor. Çocuk yüzünü tutmuş. Belli ki tokat yemek istemiyor. Susmuyor. Ağlıyor fakat elleri yüzünde, parmaklarının arasından annesinin hareketlerini gözlüyor. Şükür ki annesinin yanına başka bir kadın geldi. Rahatlıyor. Az önce yüzünü kapattığı elleriyle gözyaşlarını siliyor.

Yanından Fulya geçiyor. Fulya'ya bakıyor, Fulya ona bakmıyor.

Annesi geliyor. Annesinin yüzü güller açmış. Herhalde çaldığı erikleri unuttu. Sonra yürüyorlar hiç durmadan. Annesine bakıyor, annesi düşünceli. Akşam ne yemek yapacağını düşünüyor olmalı. Söylese mi acaba, canının makarna çektiğini. Yok, en iyisi bir şey söylememek. Her an çaldığı erikler hatırlanabilir.

Gidiyorlar.

Annesi bir kadın daha görüyor yolda. Kadın heyecanlı, annesi de heyecanlanıyor. Pazar arabasını orada bırakıp koşuyor. O da peşinden koşuyor, ne olduğunu anlamadan.

Burası onun evi. Evin önü hiç bu kadar kalabalık olmamıştı. Babası işten gelmiş olmalı. O da sevmezdi böyle kalabalığı oysa.

Herkes ona bakıyor, başını okşuyor. Merdivenlere yöneliyor annesinin peşinden. Korkuluksuz, tehlikeli merdivenlere. Annesinin haykırışını duyuyor önce, sonra anneannesinin tesellisini. Yerde biri yatıyor. Pantolonu ne kadar da babasınınkine benziyor. Gömleği; babasının gömleği. Herkes bir ağızdan hıçkırarak ağlamaya başlıyor sonra, oda kalabalık. Herkes ona bakıp ağlıyor.

Sonra eğiliyor babasının yüzüne doğru. "Söz baba, bir daha erik çalmayacağım. Lütfen ölme oyununu oynama artık..."

EĞLENMEK NE DEMEK?



Pencerenin altındaydık. Camı açmasını bekliyorduk eylemimizi gerçekleştirmek için. Eylemimiz topluca geğirmekti. Sokağın en uzun ve sesli geğireni bizdik. Sarı kızı korkutarak bu ünvanımızı korumak istiyorduk.

Pencerenin kolu çevriliyordu.Bunu duyuyorduk. Sonra açıldı. Biz de ağzımızda bulunan gazı yemek borusuna hızlıca pompa etmeye başladık. Aynı anda yapacaktık. Bu korkunç olacaktı.

Üzerimize sarı kızın gölgesi düştüğü anda bütün gazı dışarı bıraktık.
İğrençti.
Kusmuş da olabilirim o anda.
Ama daha da korkuncu sarı kızın attığı çığlıktı. Bizim geyirik sesimizi bastırmış, kulaklarımızı haftalarca çınlatmıştı.

Kafasını pencereye çarpmış o anda. Oh olmuş. Sonra dediğim gibi çığlık attı. Sonra da annesinin mutfağı silerken kullandığı pis suyu başımızdan aşağı boca etti.

Sonra ne mi yaptık? Tabi ki topuk.

Sarı kızla bunu uzun seneler sonra konuştuğumuzda, ona karşı büyük bir nefret taşıdığımı hissettim.

Eve gittim sonra. Duş aldım. Yıllar sonra başımdan aşağı boca ettiği pis sudan temizlendim.

26 Ocak 2014 Pazar

KIRKBEŞLİK



Horladığını insanlar kabul etmek istemez. Utanç verici bir şeydir. İnsan içine bile çıkılamaz bazen. Bu kadar berbat bir durumdur işte.

Dün kırkbeş yaşıma bastım. Horladığımı da ilk kez bu yaşımda öğrendim. Kendimden utandım. İlk karım; çok horladığımı iddia edip terk etmemiş miydi beni? Ya ikinci karım. Horladığımı söyleyerek odalarımızı ayırmıştı. Ve sonra ayrılmıştık işte.

Horluyorum. Ben. Bu iğrenç.

Birinci ve ikinci karımı arayıp onlardan özür mü dilemeliyim; beni her suçladıklarında, onlara yalancı dediğim için. Yoksa bu vicdan azabıyla ölmeli miyim?

Keşke öğrenmemiş olsaydım horladığımı. Uyandıktan sonra bile horlamaya devam edemeseydim keşke.

Keşkeler bitmez ki şimdi.

En iyisi bir daha evlenmemek...

TAVUK DÖNER



Sattı.
Kendisini.
Üç kişiye.
Sütyensiz, silikonsuz memelerinin ucu görünüyordu ince sarı penyesinin altından. Üç kişiyle beraber Tarlabaşı'nda bir sokağa girdiler. Sonra iki kişi daha eklendi. Beş kişi bir travestinin arkasındaydı. Kahkahalar atıyorlardı. Travestinin kalçasına da arada bir şaplak atıyorlardı.

Onları kaybettim.
Bir anda, araba olmayan sokak araba doldu. Aralarında insan geçemeyecek kadar mesafe vardı. Sinirlendim. Küfrettim.

Başka bir sokağa girdim. Acıkmıştım. Bir tavuk döner ısmarladım kendime. Yedim. Zihnimde dolaşan beş kişiye bir travestilik fantaziyi unutmaya çalışarak...

25 Ocak 2014 Cumartesi

FABRIQUE



Usta.
İşçi amiri.
Kıdemli çalışan.
Böyle sıfatlara sahipti. Yirmi üç yıldır aynı fabrikada aralıksız çalışıyordu. Askerden geldiğinde başlamıştı. İki çocuğu ve bir torunu var. Hala burada çalışıyor. Üstlerinin sözünü dinleyen, herkese göre makul bir adam.
Bazen sinirlenir, bazen de ensesine yapıştırır işçilerin. Bu bir sevgi mesajıdır aslında. Vuran da vurulan da ensesine bu kadar sert vurulursa, ileride üreme gücünün kaybedileceğini bilir ama "erkek adamız" cümlesiyle bu tehlike savuşturulur.

Çocuklarına da böyle vurur Usta. "Erkek adamsınız ulan, biraz dayanıklı olun" diye de tembihler sonra. İlk çocuğu kız kaçırmıştır, yirmisinde evlenmiştir. Bir torun vermiştir kucağına. "Sapını tutamadın şerefsiz" diye azarlar sık sık onu. O da kendisi gibi bir fabrikada işe başlamıştır. Elbette onun attığı adımları izleyecektir hayat yolunda.

Diğer çocuğu ise kendisine hiç benzememektedir. Devamlı gezer şehir şehir. Parayı nereden bulur bilmez. İşim var deyip, bazen bir ay gelmez eve. Henüz on dokuzundadır. Bir iki defa tehdit etse de, 'akacak kan damarda durmaz' deyip salıvermiştir onu. Her döndüğünde kitaplarla gelir. Kütüphanesine ekler. Usta da karıştırmıştır bunları ama çok kurcalamayıp yerine koymuştur.

Usta bir gün emekli olur. Emekli yaşının altmış beş yaşına çıkarılmadığı günlerdir. Fabrika ona yaptığı hizmetler için teşekkür edip, "elvada" der. Artık fabrika yoktur. Artık Usta değildir. İşçilerinin ensesine vuramaz artık. Emeklidir.

Küçük oğlunun kütüphanesine günden güne daha bir yakınlık duyar. Kitapları karıştırmakla kalmaz. İçlerine girer, büyülenir, sersemleşir. Bazen okurken uyuya kalır. Tıpkı oğlu gibi. Anlar onu.

Gider.
Uzaklara.
Uzak memleketlere.

Elinde kitaplarla döner. Tıpkı oğlu gibi. Anlar onu.

Hep gider.
Çok çok uzaklara.
Çok çok uzak memleketlere.

Bir gün geri döner.
Tabutla.
Tabutun içinde kitaplarla.
Yüzünde ölü bir gülümseme.
Gerçek...

EN SEVDİĞİM PANTOLONUM



Loş ışıklı bir mekanın siyah, kalın kapı camı.
Görmüyorum.
İlk dizim çarpıyor. Sonra camı yarıp içinden geçiyorum. Gözüm kararmış, görüntü yok. Ayaklarım titriyor.

Gözlerim açılıyor.

Etrafımda mucize gören kalabalık. Ağızları açık seyrediyorlar beni. Ve yerde bulunan kırık kalın büyük camları gösteriyorlar işaret parmaklarıyla birbirlerine.

Sonra tekrar bana bakıyorlar.
"Allah korumuş" diyorlar.

Ben konuşamıyorum. Kendimde miyim, onu da bilmiyorum.

Dükkan sahibi geliyor sonra. Camı nasıl taktıracağımı soruyor. Camcı getiriyorum o halimle. Takılıyor. Sigorta karşılıyor.
Ben ödemiyorum. Mutluyum.

Ama pantolonum yırtılmış. Kocaman bir kesik. Yırtık.
Ah! Lanet olsun. Keşke ölseydim. O benim en sevdiğim pantolonumdu...

KÜFREDİŞ



Bekleyiş.
Gelmeyeceğini hissediş.

Tutku.
Arzu.
Ve bağlanma,
arsızlığına, boşvermişliğine.

Seyrediş.
Önünden geçip giderken.
Küfrediş.
Ufukta kaybolurken...

KUMANDA



Kumandayı eline aldı. Açma-kapama tuşunun kırmızılığına ve ses kapatma tuşunun yeşilliğine hayranlıkla baktı. Bütün tuşlara teker teker basmaya başladı. Zevk alıyordu bu yaptığından. Hiç sıkılmış gibi de bir hali yoktu. Kumandanın üzerine bulunan bütün tuşlara basıyordu, bittiğinde bir daha tekrar ediyordu bu işlemi.

Onu izlemekten sıkılmıştım. O da sıkıldığımı anlayıp kumandayı bana verdi. Kumandayı elime aldığımda televizyonun bozuk olduğunu unutmuştum. Gözlerim televizyonda ve parmağım kumandanın açma-kapama tuşundayken kahkahalar atmaya başladı.

Kendimden utandım. Gülüyordu. Sinir oldum. Kumandayı kanepenin uzak köşesine fırlattım.

Sustu. Kalktı ve kumandayı aldı. Yanıma oturdu. Kumandanın tuşlu tarafını çıplak baldırının ön kısmına dişlerini sıkarak bastı.

Güldüm. Çok güldük.

Sonra bir televizyon tamircisini aradık...

24 Ocak 2014 Cuma

DÜŞMAN



Elli kitaplık kütüphanesi vardı. Dişiyle, tırnağıyla yapmıştı bu kütüphaneyi. Her baktığın okuduğu binlerce sayfa gözünün önüne geliyordu ve hissettiği gurur cennette şarap içmekten farksızdı.

Şimdi bu kütüphaneyi yok etmesi isteniyordu. Dünyayı ve duyguları tanıdığı bu kelimeler dünyasını, sonsuz bir karanlığa atması isteniyordu. Bir kere daha başına gelmişti böyle bir an. O zaman sessiz kalmıştı, cehennem zebanisinin o lanetli partisine.

Şimdi sessiz kalamazdı, kalmamalıydı. Eğer bu ikinci defa yapılırsa bu şeytan tapınağında yaşamasının bir anlamı kalmayacaktı. 

Düşündü... Düşünürken tanrıya kendisine böyle lanetli bir şeytanı gönderdiğine isyan etti. Gözlerinden akan istemsiz gözyaşları onu büsbütün bir karanlığın içine atmak üzereydi. 

Sustu... Uzun süre, hiçbir sese aldırış etmeden, bütün kültür yok edicilerini hatırlayarak sustu. Suskunluğunu şeytana küfrederek bozdu.

Üzerine yürüdü... Şeytanın üzerine yürüdü. Korktu şeytan başta. Ağzından çıkan kelimeler çıktıkları gibi geri dönüyorlardı. Doğru sözlerin kuvvetine dayanamadı besbelli ki...

Savaş yeni başlıyordu. Uzun bir suskunluk dönemi. Fırtına öncesi. 

Sonrası yokuş, epey uzun bir yokuş. En zirvede masalların pir kuşu Zümrüdüanka...

Kalem şeytanı yenmeli. Gecenin üçünde ölümünü ister gibi bağıran horozun kafasını koparmalı...

İLK ALKOL



Bir pet bardağın içinde, ağzına kadar doldurulmuş bira ve o bardaktaki biranın dondurmaların bulunduğu dolaba atılması...

En ilginci de benim onu, yani kolalı sandığım meybuzu, bunda bir bokluk var diye diye beş dakikada bitirmemdir.

Henüz on yaşımda ve serinleme ihtiyacı duymuşken.

Bir futbol sahasında onuncu golü atanın kazandığı ve onuncu golün bir türlü gelmediği maçtan sonra o meybuzu, yok hayır şöyle demeliyim; bakkalcının buzlu bira fantazisini içtim. Bu aldığım ilk alkoldü...

LİMONATA



İçtiğim,
ekşi mi ekşi,
bildiğim,
tadıyla, tuzuyla limonata.

Çirkin adamın elleri arasında şimdi.

Yakar boğazımı,
derinden.

Bakarım,
hiç kimseyi görmeden,
menekşe desenli yeşil kanepeye.

Susarım,
zaten susmuş haldeyken.

Ama gözlerim açık.

Başımda kitabım,
Nazım.

Okurum...

Limonata sol elimde,
dikerim,
boğazımı açarım.

Seslenirim,
susarken.

İzi geçmemiş savaş hatıralarıma bakarken...

23 Ocak 2014 Perşembe

YAZMAK



Sadece yazmak. Başka hiçbir şey yapmamak. İnzivaya çekilen biri gibi benimsemek onu. Bağlanmak ona, bir daha kopmamak üzere yazıyla kendini kördüğümlemek. Onu baştan yaratmak kendi ellerinle.

Ve bunun için tüm hayattan kopmak. Feda etmek her şeyi; aileyi, aile yemeklerini, siyaset konuşmalarını. Bırakmak, Kral lakaplı golcü futbolcunun kaçırdığı her golden sonra küfür etmeyi. Hatta bırakmak futbol izlemeyi. Amatör sporlara yönelmek, yeni şeyler keşfetmek. Sıkı bir futbol sevgisi olsa da damarlarında ve kanın sarı kırmızı aksa da.

Bırakmak paranoyak düşünceleri; görünmeyen düşmanları, bilinmeyen ufoları ve daha birçok aptallığı.

Sadece hayata yönelmek, hayatı yazmak. Tek tük içtiğin birayı yazmak. Ettiğin küfürleri yazmak. Karşı çıkmayı yazmak krallığa. İsyan etmek haksız kazanca ve rüşvete, ve sonra bunları yazmak işte.

İçine çekmek sonra kitapların kokusunu. Küflü ya da küfsüz, eski ya da yeni. Yalayıp yutmak onları, onlarla bütünleşerek. Yaratmak, yaratıcı olmak; yeni ve yepyeni düşünceler çıkarmak. Eskiye, aptallıklara bağlı kalmadan çekip çıkarmak kendimizi çamura batmış demokrasi içinden.

Tüm bunları yazmak. Korkmadan hain öldürür gibi, infazı kendin yaparak. Doğruya doğru yanlışa yanlış diyerek.

Ve yazmak; yaşayarak, yaşatarak yazmak...

BİLİNÇLİ BİLİNÇSİZLİK



Kuyrukta, yani işkencedeyim. Sorumsuz bir birey olmanın sıkıntısı vücudumun her uzvunda şu anda. Her şeyi son saniyeye bırakma durumu; sanıyorum kuyruktaki herkes için geçerli bir sıfat bu.

Bir saatten beri bekliyorum. Ve ayakta, fakat toprak altında sanki milyon yıldır durup, yerinden hiç ilerleyemeyen fosilleşmiş vücutların hiç ilerlemediğini görünce yaşamaya olan bütün inancımı kaybediyorum.

Memurların o işlerini çok iyi yapıyor gibi oradaki diğer memur arkadaşlarına gülümsemesi, sıradaki insanlara somurtması; sanırım onlara bakmamalıyım, yoksa onları öldürmeyi düşünebilirim. 

Burada işler her zaman böyle yürüyor olmalı. Son güne hatta son saniyeye bırakmadan önce düşünecektin. Hiçbir şeyi düşünme, sıranı bekle ve git.

Bıyıklı, takım elbiseli, elinde deri çanta olan biri göbekli vücuduyla aramızdan sıyrılıp memurun yanına sokuluyor. Benim evrağıma benzer, hatta aynı olan evrağı memura uzatıyor. Memur; saniyeyi tutuyorum tam otuz üç saniyede işlemi yapıp yazıcıdan çıktısını alıyor, evet tam otuz üç saniye.

Gülüşüyorlar.
Koklaşıyorlar.
Sarılıyorlar.

Dışarıdan biri görse eğer ikisinin eşcinsel olduğunu düşünebilir. Bıyıklı adam, koca göbeğiyle yine geldiği gibi hepimize çarpa çarpa aramızdan geçiyor.  Burada işle böyle yürüyor olmalı.

Bu yavaş gidişin sebebi olan memurun yanına muzaffer bir komutan edasıyla gidiyorum. 

Oraya gideli bir dakika olmuş ve hala evrağımı bankodan almamış memurla göz göze geliyoruz. Gözlerimden alev çıkıyor ama ruhum dingin. Burada işlerin böyle yürüdüğünü ruhuma kabul ettirdim. Memur bir hışımla evraklarımı alıyor ve otuz üç saniyede işlemi bitiriyor. 

Bıyıklı ve göbekli de değilim. Onu bir eşcinsel gibi de öpmedim. 

Bir iç çekip, hiç kimseye çarpmadan o işlerin öyle yürüdüğü mekandan uzaklaşıyorum...

HAYAT DENİLEN OYUN



Genellikle gece, bir şehvet anında, yorgunluğun o saate uğradığı fakat etkilemediği, hayat sularının oluk oluk aktığı o anda, sen, bir damla halinde rahme düşersin...

Ve yine genellikle, dokuz ay on gün sonra zamanın yaşanacağı yere, bulunulan o rahimden dışarı, kafa önde olmak üzere çıkarsın, pardon, çıkartılırsın.

Başlarsın böylece hayat denilen o oyuna...

22 Ocak 2014 Çarşamba

BULAŞICI APTALLIK



Aptal. Sarı. Cırtlak.
Uyku.
Onu ne zaman  görsem uykusu olduğunu söylerdi. Makyajsız suratının ve paspal elbiseler altındaki kalçasının, on metre uzaktan bakıldığında bile, vücudun bazı kısımlarında şekil değiştirten alacalığı, bütün kusurlarını ardında pislik bırakmayan hamur silgiyle siler gibi siliyordu.

Böyleydi işte o.
Güzelliğin aptallığı
ya da
aptallığın güzelliği.
Her neyse.

Kaldırımdaydım. Biraz ileride, karşı taraftan bana doğru geliyordu. Kaldırım taşlarının desenlerini inceliyor gibiydi. Biri yeşil sonraki gri olan taşların bitiş çizgilerine basmamaya çalışıyordu.
Ama.
Ayakları normal kız ayak oranlarından biraz fazla olduğundan bütün çizgilere basmak zorunda kalıyordu.
Ona acımıştım.
Güzelliğinin içindeki aptallığına.

Sonra onu güldürmek istedim. Korkutarak. Aptalca.
Bir iki metre kadar aramızda mesafe kalınca önüne geçip bir hayvan sesi çıkardım. -Mutasyona uğrayıp ses tellerinde bozukluk olan bir hayvan da olabilir. Çünkü çok iğrenç bir sesti, hangi  hayvan olduğunu unuttum.-

Baş parmağını sigara dalını oturttuğu dişlerinin arasına aldı. -Sigara içtiğini fark etmemiştim az önce.- Kocaman bir kahkaha attı. Ben de eşlik ettim ona.

Yürürken de...

21 Ocak 2014 Salı

CEZA KARDEŞLİĞİ



Rap. Kız bağırıyor. "Ben ağlamazken, açıldı perde düştü maskem..." Kulağında kocaman bir kulaklık. Halk konseri veriyor çevresindekilere...

Ben.
Onca işim varken izliyorum. Beni eski günlerime götürüyor bu pıtırcık. "Şu şarkının sözlerini ezberlemek yerine derslerini ezberle." diyen kocaman nasihatler. Eminim bu kızın kulaklarını da tırmalıyorlardır bu sözlerle.

Onu anlıyorum.
Yaşıyorum.
Hissediyorum.
Ve eşlik ediyorum ona sessizce. Emdiğim kokteyl şekeri ağzımdan düşürüyorum.

Bu kız çok iyi.
Ona yetişemiyorum. Enerjisi benden milyonlarca kilometre yüksekte.

Bana doğru dönüyor dudakları birbirine durmadan vururken. Beni görüyor. Susuyor. Yaklaşıyor.

Göz göze geliyoruz. Konuşmuyoruz. Kulaklığını telefonundan çıkarıyor. Ve şarkının müziği kulakları yırtarcasına en baştan çalmaya başlıyor. Biz de fonun ardından başlıyoruz parçayı söylemeye.

Bağıra bağıra...

ZOMBİCAN



Burun deliklerimin içinde gezinen keskin çiş kokusu. Tahtalarını tahtakurularının içinden kemirdiği camları kırık pencereler. Duvara dışkılarla yazılmış çığlıklar...

Ve yerde yatan çırılçıplak bir ölü.
Bir adam. Boynunda aslan dövmesi var.

Yüzünü görmek için yan yatmış vücudunu belinin üzerine yatırıyorum. Korku filmlerindeki korkunun oluşmasını sağlayan zombi karakterlere benziyor. Her an canlanıp seni boğazlayacak gibi.

Bir adım geri.
Bir adım daha.

Zombi diye bir şey gerçekten var mı acaba? Az önce kolu oynadı çünkü. Tuğla. kolunun altında bir tuğla varmış. Neyse ki zombi değilmiş.

Ah, ne yapıyorum ben bu boktan yerde. Aşağıdan yukarıya dizilen onlarca kitabın en altında kalmış bir kitap gibi ezilip buraya atılan bu pisliğin yanında ne yapıyorum?

"Şu orospu çocuğunu poşetleyip götürün." diyorum beni izleyen iki asalak polise.

Korku. Şu lanet korku.
Korktukları için yaklaşamıyorlar zombiye.
Ben. Evet, ben de korkuyorum bu pislikten. Beni boğazlamasından, pis nefesini suratıma üflemesinden korkuyorum. Elindeki bıçakla beni bıçaklamasından kor...

"Ne, bıçak, dur, yapma...."

20 Ocak 2014 Pazartesi

ANTRENMANA BAŞLAYABİLİRDİK ŞİMDİ



Susmuştum. Onun yaptığı o esrarengiz masajı inceliyordum. Masaj yapıyor ve yeni bir şey ortaya çıkarıyordu. Elleri çok hızlıydı. Bir ileri bir geri yapan avuç içlerinin çıkardığı ses, kıtlıktan çıkan birinin ilk bulduğu yemeği yerken ağzından çıkardığı ses gibiydi. Müthiş konsantre olmuştu işine. Gözleri arada kapanıyor, açtığında ise uzun süredir tutmuş olduğu nefesini dışarı veriyordu.

Oldu.
Yeni bir şey ortaya çıktı.
Masaj kısa sürmüştü ama çok yorulmuştu.
Arka arkaya üç defa derin nefes alıp verdi.
Masaj bitmişti.
Antrenmana başlayabilirdik şimdi...

KÖTÜLÜK BULVARI



Çok iyiydi. Fazlasıyla iyiydi. Yüzünün hep güleç olması, beni de her seferinde daha iyi yapıyordu. Onun kadar iyi olmak istiyordum konuştuğumuz anlarda. Ona özeniyordum, gözlerinin pörtleyerek bana her bilgi aktarımında.

Bir sigara dalı bu iyilik alışverişinin sonunu müjdeliyordu.
Ve bir dal daha.
Ve sonra bir tane daha.
İyilik yoktu artık. Pörtleyen gözlerle iyiliklerini sunan kadın yoktu artık.
Görmüyordum. Bulamıyordum.
Sesini duyamıyordum.
Mutlu bir rüya görmek amacıyla yatağına yatan, sabah korkunç bir kabusla uyanan biri gibiydim.

Tam onu zihnimden silmiş, kötülükler bulvarını hevesle adımlarken cep telefonum çalmaya başladı. Arayan oydu. Telefonumun kızağını kötülükler bulvarındaki kötülere göstere göstere ileri sürdüm.

Kötülükleri sıfırlamaya çağırıyordu. Resetlenmeye ihtiyacım olduğunu söylüyordu. İyi olmak için daha önce hiç duymadığım şeylerden bahsediyordu.

Kabul ettim.
İyi olmayı.
Sıfırlanmayı, resetlenmeyi.
Ve ruhlarımızı seviştirdik iyilik bulvarında...

MUTLULUKTAN YAPILMIŞ SEFİLLİK ÇUKURU



Rezildi.
Güzelliği ile düşündükleri arasında zerre paralellik yoktu.
Kıskançlık bütün damarlarında hiç durmadan yol alıyordu.
Rezilliğini belli edecek her şeyi art arda yapmasına rağmen, bazen tepki alıyordu. Bu onu daha da rezilleştiriyordu.

Bu rezillik abidesi, tanıştıktan iki ay sonra dokundu parmaklarıma. İçim ürperdi. Parmakları kesik eldivenlerini altındaki kaynayan kanını hissettim. Bir kez daha ürperdim o anda.

Yalan bir gülümseme attım sapsarı yüzüne. Kendimden utandım. Bir an önce yanımdan gitmesini mi yoksa kalmasını mı istiyordum; bunu bilmiyordum. Ama hatırladığım sohbeti uzatmak istememdi. 

Ama uzun sürmedi.
Bıraktım elini.
Bıraktı o da.
Ve attık kendimizi farklı deliklerden siyasetin konuşulmadığı mutluluktan yapılmış sefillik çukuruna...

16 Ocak 2014 Perşembe

SIKICI HIÇKIRIK



Hiç beklemedim anda misafirin gelişine sıkıldığım gibi sıkıldım şimdi.
Kalbim sanki yerinden çıkartılmış ve onu avuçlayan bir doktorun elinde.
Ruhum bedenimi seyrediyor uzaktan. Kolumu kaldıracak komutu göndermiyor.
Sokaktan geçen çocukların arsız çığlıkları.

Anlıyor musunuz beni? İşte böyle boktan her şey şimdi.

Uzaklardan gelen bir ilkokulun zili ruhuma yeniden kavuşmamı sağlıyor.
Ve kalem.
Kalem de bu boktanlığı kağıda geçirelim diyor beraber.

Her şey sesli.
Her şey rahatsız edici.
Ruhumun neden sıkıldığını ve yerinde durmak istemediğini anlıyorum.
Kocakarıların aptalca haykırmalarına kim dayanabilir ki?
Ya küfür etmeyi yeni öğrenmiş çocuğun art arda sıralaması dudaklarının arasında o ağzına hiç yakışmayan küfürleri.

Ve bebek.
Ağlıyor hunharca.
Pişkince.
Onu susturmaya çalışmak, susmayacağını bildiğin halde.
Bir çarşaf içinde sallamak onu sonra.
Sustuğunu görmek.
Aptalca senin sakallarını izlediğini görmek.
Yüzünü kaçırmasına aldırmadan öpmek onu.
Ve uyumasını, gözlerini kapatması seyretmek,

hayatın bütün boktanlığını unutarak.

15 Ocak 2014 Çarşamba

HÜCRE



Terliyorum.
Düşünemiyorum.
Zorla, evet zorla susturuluyorum.
Hücrenin kapısına her tıkladığımda ya cevap alamıyorum ya da duvar gibi bir suratla karşılaşıyorum. Nemli ve toprak kokan duvarlar moralimi bozuyor.
Ve sessizlik. Bu iğrenç.
Bağırmak istiyorum. Bunun boşa olduğunu bile bile yapmak.
Neden kitlediler beni buraya? Tek yaptığım yazmak. Evet, yanlış duymadınız yazmak.
Elimi yumruk yapıp nemli duvarlara acı duymaksızın vuruyorum. Yazdığım eli hem de. Yazmamak için.
Ağlayarak.
Ve tekrar oturuyorum, paslı, tuvalet deliği kokan sandalyeye.
Hücrenin kapısındaki küçük aralıktan duvar surat adımı söylüyor:
"Ahmet hazırlan. Savcıya çıkıyoruz."

SUSUŞ ya da sıkılmaya övgü



Sıkıştım, parmaklar arasında.

Bir şey var söylemek istediğim.

Bırak beni,

suratına işediğim.

Bırak da söyleyeyim umudumu

ve haykırayım patatesten şekiller çıkaran tanrıya.

Sonra.

Evet, sonra,

gideyim. İzin ver bana soysuz şeytan.

Eski melek,

şimdi baştan çıkaran.

Yakan, yıkan.

Yok eden bütün gerçekleri.

Beni hayattan soğutan.

Soğutmadan önce bağlayan, kıran ve ısıran

ya da öldür beni.

Kurtar senin o aptal kokundan benliğimi.

Sonsuza ya da yok oluşa süreyim kendimi...

13 Ocak 2014 Pazartesi

SIVASIZ ÇÖPLÜK



Onu gördüm. Her zaman olduğu gibi elinde bir kağıt parçasıyla evine gidiyordu. Üç katlı, sıvası yapılmamış evin iki ve üçüncü katını çöplerle, kağıtlarla doldurduğunu herkes biliyordu. Neden doldurduğunu ise kimse bilmiyordu.

Sanki üstünün her emrini yerine getiren bir asker gibiydi.

Gözleri ayak ucunda emri tamamlama uğraşındayken, birden kafasını kaldırdı.

Beni gördü.

Korktu.

Kırk yaşın verdiği tecrübeden eser yoktu duruşunda. Adımlarını daha da hızlandırdı ve binanın kapısını kırarcasına kapadı.

Bakkaldan ekmek alıp çıkmıştım ki; üçüncü katta, sıvasız duvarın kenarından bana bakıyordu. Onu gördüm. O da benim onu gördüğümü gördü.

Bu sefer adımlarını hızlandıran ben oldum. Onun beni göremeyeceği noktaya kadar aceleyle yürüdüm.

Böyle işte; korkunçtu...

BUZ GİBİ SOĞUK SU



Elimizde plastik su şişeleri Pazartesi Pazarı'na gidiyorduk. Su satacaktık. 'Buz Gibi Soğuk Su' diyerek. Daha önce hiç denememiştik bunu. O zamana kadar oynadığımız oyunların hiçbirine benzemiyordu bu. Yepyeni bir maceraydı.

Pazar tıklım tıklımdı. Fakat kimse bizim  'Buz Gibi Soğuk Su'yumuzdan içmek istemiyordu. Bizi gören adımlarının yönünü değiştiriyordu. Artık bağırmıyorduk. Ayhan da pes etmişti ben de. Herkese lanet okuyup,  'Buz Gibi Soğuk Su'larımızı alıp eve gitmeye karar verdik.

Tam pazardan çıkmak üzereyken, Murat abi seslendi arkamızdan. Üç bardak kendisi, üç bardak ta arkadaşları içti. Ne kadar mutluydum. Ticaret kodlaması daha kundaktan çıkmadan beynine işlenen bir Kayseri'li özgüveni oluşmamıştı ama yine de bir gurur seziliyordu ve akıyordu terimle birlikte plastik şişenin üzerine.

Ayhan da hiç satamamıştı üstelik. Hiç acımamıştım. Hiç bölüşmemiştim paramı onunla. 'Çalış seninde olur' gibi aptalca bir nasihat de vermiş olabilirim, sanki o başka bir şey yapmış gibi.

Eve dönerken  'Buz Gibi Soğuk Su'larımızı kafaya dikip ilk ticaret günümüzü kutladık sonra.

Bir daha hiç denemeyecektik oysa...

KESTANE RENGİ SAÇLI KIZLAR



Otobüs kokuyordu.

Yağmurda ıslanmış deri mont kokuyordu.

Deodorant kokmuyor, ter kokuyordu.

Sigara kokusu sinmiş kazak kokuyordu.

Birinin sabahtan beri ayağında duran ayakkabısı kokuyordu.

Üstelik ben de otobüsün yola arkası dönük koltuklarından birine oturmuştum. Midem Asena kıvraklığıyla dans ederken, kusmayayım diye alnımı koluma dayayıp, gözlerimi kapatıp safça önlem almaya çalışıyordum.

Deri montlu adam durakta indi. Ter kokan adam ilişti yanıma.

Az önceki pozisyonuma dönüp, bir de burnumu tıkadım.

Kazağı sigara kokusu sinmiş adam da bir sonraki durakta indi. Ayağı ve ayakkabısı kokan adam da ona eşlik etti.

Onların yerine kestane rengi saçlı üç kız geldi yamacıma.

Bir tek ter kokusu burun deliğime işkence ediyordu şimdi. Diğer işkenceciler bir bir pes edip beyaz bayraklarını çekmişlerdi.

Ter kokan adam, kokusuyla beraber ön sıralara gitti.

Kalan tek koku, kestane rengi saçlı kızların organik kokusuydu.

Ve ben; kusmadım...

11 Ocak 2014 Cumartesi

KEDİLER GÜZEL UYANIR



Doğalgaz sobasının yanında; sımsıcak, kitap okuyorum.  Şekersiz, ikisi bir arada Nescafe'de içiyorum. Yekta  Kopan okuyorum. Onu ilk defa okuyorum.

Dublaj yeteneğinin iyi olduğunu biliyordum ama edebi yeteneğini yani  okunabilirliğinin ne derece iyi olduğunu bilmiyordum.

Sayfaları çevirdikçe daha da okuyasım geliyor. Kendi çocukluğumdan, evimden, bayat ekmeklerle  yapılan yumurtalı ekmeğin tadı var kitapta.

"Kediler Güzel Uyanır" kısa, çok kısa hayat kesitlerinden oluşan çerezlik bir kitap. "Genel İzleyici" dediğimiz televizyon kitlesi evlilik programlarından kafalarını kaldırıp bu kitabı okuyabilirler.                                              

Akıntıya karşı gelmeye çalışan her anı-öykünün sıcaklığını, sevimliliğini ve rahatsızlık vermeyen huzursuzluğunu bulacaksınız bu kitapta.

Ve eminim, insanların çiftleşip daha huzurlu olacaklarına inanan kesimden daha fazla huzur avuçlayacaksınız...

10 Ocak 2014 Cuma

ŞEKERSİZ




Şekersiz çayın acısı vardı yüzünde.

Çay içmekten nefret etti o anda.

Ekşiyen suratını duvara çevirdi.

Ve isyanını kırık tuğlaların içine fışkırttı.

Sustu.

Ağlamak için büyük bir çaba harcıyordu.

Ama,

ağlayamıyordu.

Bir çay neden ağlatır ki insanı?

Acı olduğundan mı

yoksa

hüznü barındırdığından mı?

Oysa,

iki kaşık şeker yeterdi mutlu olmasına.

Acıyla bir daha böğürdü.

Ve kantine, şeker almaya gitti...

Duvara Protesto



Bir protestoydu benimkisi. Düşünen bir adamın hakkını araması adına gerçekleşen bir eylem.

Karşımda bir duvar vardı: Düşünemeyen, kör, sağır, dilsiz ve at gözlüklü ve gelenekçi bir duvar.

Çatışma sert geçti. Duvar dimdik ayaktaydı, yıkılmıyordu. Ben ise nefes almakta bile zorlanıyordum. Beyaz pes bayrağımı çıkarmam an meselesiydi.

Derin bir nefes aldım, bütün haklı umudumu yanıma alarak.

Ve aldığım nefesi hunharca üfledim, duvarın canavara dönüşmüş kıpkırmızı, kalın kaşları altındaki gözlerine.

Sustu. Ama bir anlık. Ve çıkardı ağzından lağımın içinde sınırsız özgürlüğüyle yol alan bok taneleri gibi: Biz Böyle Güzeliz.

Kabul ettim zaferini ve mağlubiyetimi.

Bir duvar plastik gibi eğilip bükülemez, biçim ve şekil verilemez bir hamur gibi.

Duvar ancak yıkılarak yerine bir şeyler yapılabilir.

Ve duvarlar yıkılmadıkça;

                  bizim tanrımız kalmaya devam edecektir...

9 Ocak 2014 Perşembe

Kreutzer Sonat


Tolstoy'u çok sevmem. Dostoyevski'nin yanında pasif, yapmacık bir havası vardır.

Ahlakçılığı sonuna kadar savunur.

Tolstoy'culuk diye bir akım da varmış. Hayal bile edemiyorum kendimi o toplulukta.

Sevmediğim halde kendisini bir okumak istedim. Kitap da ince madem, bi sakınca görmedim. Başladım okumaya.

He, bu arada kitap Rusya da toplatılmış ve Amerika'da da yasaklanmış. Bu bilgi, kitabı okumamı daha anlamlı kıldı.

Günümüz hayatına müthiş bir eleştiri var. Ahlakçılığın abc'sini yazmış resmen Tolstoy. Zevkle okudum. Kendime bile şaşırdım.

Bu kitabı modern dünyadan bir kadın okuduktan sonra Tolstoy'a lanetler yağdırabilir. Aslında kitap gerçekten iğrenç. Tolstoy içindeki bütün sapık düşünceleri kitaba yansıtmış.

Cami hocası ya da kilise papazı görevi verilse kendisine, muhakkak münafıklık kuvveti içinde ama herkese dosdoğru görünerek bu işi layıkıyla yerine getirebilirdi.

Yine de okunursa da bir şey kaybedilmeyecek bir kitap. Ayrıca Beethoven'ı da kendi sapık düşüncelerine alet etmesi çok iğrenç.

Öyle işte...


8 Ocak 2014 Çarşamba

Nietzsche'ye selam...


Benim Hüzünlü Orospularım

                                       


Doksan yaşına gelmiş bir adam doğum gününü farklı bir şekilde kutlamak ister: Bir bakireyle ilişki kurmak.

İğrenç ama yaşına göre yirmi yıl genç görünen vücudunu bir nebze olsun iyi tutmaya yarayacaktır bu ilişki.

Pezevenk yerine Rosa Cabarcas denilen bir kadın ona 14 yaşında henüz yeni hatları ortaya çıkmış bir kız ayarlar.

Doksanlık ihtiyar kızın yanına gittiğinde kızı anadan doğma bulur yatakta. Göğüsleri yeni yeni çıkmış, bir erkek çocuğundan farksız vücuda sahiptir kız.

Ve adam hayatının travmasını yaşayacaktır onunla art arda geçirdiği gecelerde.

Kız bakire kalmaya devam edecektir. İşte bu sır kitapta gizli.


7 Ocak 2014 Salı

SİGARA KOKUSU



Sigara kokuyor montum. Bu iğrenç. Sigarayı bütün vücudum içmiş gibi. Neden diğer insanlar sigara içtiklerinde bu kadar kötü kokmuyorlar.

Nereden ilginç bir koku alsam hemen burnuma yapışıyor.

Sonra gazetedeki güzel ve bikinili kızın resmine bakıyorum ve onun ten kokusunu alıyorum. Bir adam bağırıyor fotoğrafta, ağız kokusu iliklerime kadar işliyor. Bunun bir açıklaması yok, biliyorum. Bu bir özel güçse, onu da itiraf ettim size.

Nereden buraya geldim şimdi? Sigaralardan bahsediyordum. Sigara kokan montumdan. Gerçekten çekilir dert değil bu. Sigara içenler nasıl katlanıyorlar bu kokuya? O değilde, ben; ayda yılda bir içiyorum. (Onda da otlanıyorum :) ) Onlardan daha kötü sigara kokuyorum. Of, bu montu nasıl giyincem ben şimdi? Bu kokuyla.

Üzerine biraz parfüm, deodorant sıksam ve kolonyalı mendille silsem gider mi o pis koku?

Evet, gitti.

Ama şimdi de midem bulanıyor kokudan.

Güzel kokan bir kızın fotoğrafını getirin bana...

BEN HAKKINDA (Güncelleme)



Vücudum zayıf ve güçsüzdür. Boyum uzun, yüzüm kemikler gözükmeyecek şekilde hafiften dolgundur. Az hastalanırım ama hastalandığımda bu çok şiddetli olur. Ne çok güler, ne çok ağlarım. Soğukkanlıyımdır ama yeri geldiğinde; yani olaylar birbiri ardına istemediğim şekilde gelişirse hemen krize girebilecek bir yapıdayım.

Yirmi üç yaşıma kadar böyle yaşadım. Zamanın değerini daha iyi bilmeme neden olacak saç ve sakallarımda beyazlar kendini göstermeye başladı. Artık daha dikkatli ve verimli kullanmalıyım zamanı...

DEFTERİN İLK YAZISI

Her zaman olduğu gibi yeni bir deftere başlarken yine çok harika hissediyorum kendimi.

Psikolojim üst seviyede. "Yapamayacağım hiçbir şey yok, bütün engelleri aşabilirim" diyorum kendime.

Kalemim umutlu ve fedakar. Defterim kederinden kurtulan bir hasta gibi. Gözlerim çok keskin, kulaklarım müthiş işitiyor.

Her yeni başlangıçta olduğum gibi büyük büyük hayallerim var.

Hepsi, bu defterle kalemim arasındaki pozitif ilişkiye bağlıymış meğer. Kalemim de mutlu defterimde. Kelimeler kendini bu şenlik alanında gösterebilmek için sıraya dizilmiş durumdalar...

En önemlisi de ben, işte o ben de bu duruma bomba gibi hazırım. Yazın yağmuru başlasın...

Hayat yazılmaya başlasın.

Oyun yazılmaya başlasın...
Bu blogta yer alan yazılar üzerindeki 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu altında düzenlenen tüm maddi ve manevi haklar eser sahibi olan Ahmet Kaya'ya aittir. Söz konusu içerikler eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, işlenemez, değiştirilemez veya başka internet sitelerinde ya da basılı veya görsel yayın yapan diğer mecralarda yayınlanamaz.