18 Şubat 2014 Salı

1 OCAK (KÖRLEMESİNE GÜNLÜK)



Büyük AVM'nin içindeki dev kitapçı, AVM'nin kraliçe karıncası gibiydi. İlk kitapçıya gelinirdi, sonra da buradan giyim mağazalarına dağılınırdı. Bu bir hürmet meselesiydi. Bilenin eli hep öpülürdü.

Ben de herkes gibi ilk önce kitapçıya girdim. Kalın ve beyaz çerçeveli gözlük ve koyu yeşil golf pantolonumla iyice kamufle olmuştum. Hiçbir arkadaşım beni bu şekilde tanıyamazdı. Ben de bunu istiyordum zaten.

Hiç kimseye bakmadan "Yeni Çıkanlar" reyonuna doğru ilerledim. Aradığım kitap bir karış uzağımda, rafın en solundaydı. Sağımı solumu kontrol ettikten sonra hafif tozlanmış kitabı yerinden çıkardım. Kitap; hayranı olduğum porno yıldızının, pornoyu bıraktıktan sonra yazdığı ilk romandı. Pornoyu bırakmasına sevinmiştim ama kitap yazmasına hayır. Çünkü; sex konusunda uzman olan bir kişinin sex dışında anlatacağı bir şey olamazdı. Ve bu; edebiyatın bokunu çıkarmaktı bir bakıma. Aslında, öyle edebiyattan da anlayan bir tip değilim ama edebiyata pornografinin girmemesi taraftarıyım.

Kitabın arka kapağında üstsüz bir kadının resmi vardı. Kasadaki kız, kitabı satışlara işlerken gözlerini kadının minnacık göğüslerine sabitledi. Çok dikkatli inceliyor ve kendi kendine yorumluyordu:
"At gibi vücuda bok gibi göğüs. Tıpkı benim gibi."

Kahkaha attım. Dişlerimi açıkta görünce o da gülmeye başladı. Ama sinsice. Benim bir sapık ve piç kurusu olduğumu düşünüyordu heralde. Sırf bu resim var diye bu kitabı aldığımı da.

Para üstünü avucuma bıraktığında "iyi okumalar" dedi yapmacıklı bir şekilde. Ben de yapmacık bir "teşekkürler" diyecektim ama demedim. Gözü bendeydi, gözüm göğüslerindeydi. Tıpkı kitap kapağındaki kadınınkiler gibi minnacıktı. Haklıydı.

Dalmıştım. Yaptığım şey çok sapıkçaydı. Malzeme bandının üzerinde bulunan sol koluma cimcik attı. Kendime geldim. Elimi tuttu ve bir kart bıraktı kitabın bulunduğu poşetin içine.

Gülüyordu. Dişlerini göstermeden. Ben ona bakıp giderken. Gidemeyip de kapıya çarpıp düşerken...

Rock'n Coke



Rock'n Coke.
Yıl 2005.
Sahnede Ceza. Ben Dj kabininin arkasında seyrediyorum onu. Funky-C kabinde coşturuyor milleti. Sahtiyan'da eşlik ediyor Ceza'ya.

Deli gibi bağırarak eşlik ediyorum ben de. Ama mikrofonum yok. Funky-C susturma çabasında beni. Sonra beni unutup o da gaza geliyor. Ve sağlam bir "yeah" çekiyor.

Binlerce insan var. Rude Boy'la coşuyorlar şimdi. Herkes çılgınca eğleniyor. Tıpkı bizim gibi. Her şey sıcak, terli ama herkes mutlu. Şapkamın altındaki havlunun yerini değiştirirken Funky-C ne yaptığımı soruyor. Sormuyor aslında, bağırıyor. Bu kolonların altında konuşmak çok zor. "Araplara benzemişsin" diye de ekliyor ben cevap vermeden.

Şarkı bitiyor. Arkalarda "Kıraç" diye bağıran bir grup piç kurusunun sesi yankılanıyor. Rap'e ve rapçilere küfreden bir adamın ismini ibnece zikrediyorlar. Sonra dayak yiyorlar tabi.

Ve Ceza. "Siktirin gidin" diyor onlara. Gidiyorlar. 

Ben de, Funky-C'yle sıradaki parçanın fonunu ayarlıyorum. Ve başlıyor yeni şarkı. 

14 Şubat 2014 Cuma

SİYAH DÜNYA

Siyah. Benim için hayatın rengi. Hayatın anlamı ve bir sürü kahrolası düzen. Aslında düzensizlik. Yani genel anlamıyla hiçbir şey. Yaşamanın zor olduğu dünya. Karşıdan karşıya geçerken birisinin koluna girmesi gereken dünya. Sana acıma duygusuyla bakanların çok çok çok fazla olduğu dünya.

Gözlerinin görmediğinin bilincine varmak, hayata karşı en büyük isyanı başlatma anıdır. Neden böyle yaratıldığını, o yüce ve dokunulamayan gücü sorgularsın. Birilerinin o aptalca nasihatlerini duydukça, seni yarattığı söylenilen o güce isyan edersin. Çünkü bu aptallıkları duyasın diye yaşamıyorsundur. Kendini öldürmek istersin çoğu zaman. Ama öldürecek aletin yeri, hep ulaşamadığın ve göremediğin ince noktada olduğundan sadece ağlarsın.

İşte böyle boktan bir şeydir kör olmak. Siz; gözleri görüp benim söylediğim ve yazıya çevirilen bu sözleri okuyanlar. Biz böyle lanetlenmiş varlıklarız işte. Siz siz olun, bize acımayın. Çünkü sizi lanetleriz. Her gün bana bakıpta acıyan orospu çocuklarına, çarpılsınlar diye binlerce kez dua ediyorum.

Ne kadar lanetlenmiş olsak da, siz, bizleri kendinizden bilin. Acımayın. Sadece kolumuzdan tutun ve yolun karşısından geçirin. Teşekkür beklemeyin. Bizi acınacak duruma düşürmeyin. Lanet olsun...

11 Şubat 2014 Salı

TABUT



Gözlerimi açamıyorum. Sanki bir japon yapıştırıcısı sürülmüş gibi göz kapaklarımın birleştiği noktaya.

Kollarımı hareket ettiremiyorum. Tımarhaneye yatırılan bir deliye giydirilen elbise sanki üzerimde.

Islağım. Az önce yıkanmış ve kurulanmamış gibi. Hem de buz gibi çeşme suyuyla.

Sesler geliyor. Namaz. Evet, namaz kılıyorlar. Soğukta? Dışarıda?

Namaz bitiyor. Hoca bağırıyor: "Nasıl bilirdiniz?". "İyi bilirdik" diyorlar hep bir ağızdan.

O an gözlerimi açabiliyorum. Çürümekte olan, yeşile boyanmış tahta tabutun içerisindeyim. Bir bok böceği, göbeğimin üzerinde geziniyor. Onu atmak isterken tabutu açıyorum. Herkes, ikinci kez "İyi bilirdik" dediği anda "İyiyim tabi eşşoğlu eşekler" diyorum. "Sizden daha sağlıklıyım hem de."

Sessizlik.

Bir cesedi toprağı gömmeyi, dünyanın en kutsal işi sayan topluluk donup kalıyor.

Çıkıyorum tabuttan. Kefeni hocanın önüne atıyorum. Götüm başım açık, kalabalığın aptal bakışları arasında evime gidiyorum...

BİLMEK



Hiç alkol almamış biri, alkolün zevkini nereden bilebilir?

Hiç sevişmemiş biri, sevişmenin zevkini nereden bilebilir?

Hiç sigara içmemiş biri, sigara içmenin zevkini nereden bilebilir?

Hiç ölmemiş biri, ölmenin zevkini nereden bilebilir?

SİYASET



"Hemen çıkıyorum" diyor telefonda konuştuğu siyasetin zengin yaptığı adama

Koşar adımlarla parti binasına gidiyor. Terlemekten nefret ediyor ama bu hızlı adımlar bu sıcakta vücuttaki suyu dışarı çıkarmaya hevesli. Aslında siyasetten de nefret ediyor. Ama işsiz. Cepten yiyor. Partiye destek verip iyi bir işe girmeyi umuyor. Bu yüzden adımlarını daha da hızlandırıyor.

Babası ona tavsiye etti bunu. "Bak, bu seçimde bu parti kazanacak. Sen de işin ucundan tut ki, bir şeyler kapasın." O da azimle seçim çalışmalarına destek veriyor. Çok zeki değil. Hatta gerizekalı da denilebilir. Ama aşırı fanatikliği onu hep bir adım öne çıkartıyor. Konuya hakim olmadan ateşli konuşmalar yapıp, düşünmeyen kitleyi etrafında toplayabiliyor. Ama onun derdi bu değil. O 'kısa yoldan en güzel işi nasıl kapabilirim?' in peşinde.

Parti flamalarını görüyor. Siyasetin zengin ettiği adam tekrar arıyor: "Hadi oğlum nerdesin?". "Görüyorum sizi" diyor. "Oradayım."

Okkalı bir küfür savuruyor siyasetin zengin ettiği adama. İçi onun gibi biri olmak için yanıp tutuşuyor. 'O nasıl yalanlar söyleyerek, çalarak, çırparak zengin olduysa, ben de olacağım' diyor. 'O zaman kral olacağım kral' diye de ekliyor iç geçirmelerine.

Birbirlerine en iyi porno yıldızını gösteren kitlenin içine girdiğinde 'Reis' ve 'Başkan' nidaları yükseliyor. O da elini havaya kaldırarak bu sevgi gösterisine karşılık veriyor.

Siyasetin zengin ettiği adam karşılıyor onu. Ve 'nasıl daha zengin olunur?' un siyaset dilinde hararetli bir sohbete dalıyorlar...

10 Şubat 2014 Pazartesi

GECE



Gece. Saat üç. Oda sıcak. Doğalgaz sobası acımasızca yanıyor.

Uyku. Zorunlu eylem. Ama ondan eser yok. Uzaklarda. Sanki hiç gelmeyecek gibi.

Kıskançlık. Az yapıp öz yapanlara. İyi değil ama bitirici olanlara. Bilgili değil, aptalca davranıp şanslı olanlara.

Bencillik. Herkese. Her şeye. Kalabalığa. Aptallığa.

Boktanlık. Her anda. Her saniyede. Kendine bir anlık olsun değer vermemen de. Sadece aptal kızlarla sevişebilmende.

Suskunluk. Gibi. Yapmacık.

Anlam. Aslında anlamsızlık. Mesajı olmayan bir tiyatro oyununun saçmalığı. Saçmalığa tapınma.

Uyku. Zorunlu eylem. O geldi. Yakınımda.

Gece. Saat üç. Oda soğumaya başlıyor. Doğalgaz sobasını kapattım. Mavi, garip çiçek desenleriyle dolu yorgan bacaklarımın üzerinde.

Gözler. Kapandı....

SAHTE



Kalın camlı gözlükleriyle kutsal kitabı okuyordu. Anlamını bilmeden arapça kelimelerin arasında müthiş feyz alarak dolaşıyordu. Ona baktığımı kalın camlı gözlüklerini aşağıya indirdiğinde gördü:

"Sen de oku. Okumak sevap" dedi.

Çok ciddiydi söylediklerinde. Onu tanımayan biri 'Allah'ın askeri' diyebilirdi. Ve onu dini bütün bir müslüman olduğunu da söyleyebilirdi.

Kutsal kitabı, göbeğinden aşağıya gelmeyecek yükseklikte tutarak kitaplığın en üst bölmesine koydu. Bilgisayarının açma tuşuna bastı sonra. Sabırsızdı. Sinirli gibiydi. Sanki terlemeye başlamıştı.

Bilgisayar açıldığında masaüstüne kısayol olarak kaydettiği bahis sitesine fareyi kırarcasına iki kez bastı. Açılan sitede kullanıcı adı ve şifresini girdi. Yaptığı kupon patlamıştı. Üstelik bütün maaşını oraya basmıştı. Yakınıyordu. Gözleri dolmuştu. Ben olmasam, belki de ağlayacaktı.

Sonra ezan okunmaya başladı.

"Abdestimi tazelemem gerek" diyerek lavaboya koştu. Bir dakika sonra yanımdaydı. "Sen de geliyor musun?" diye soru sormak için soru soran biri gibi sordu. Cevap vermedim.

Kapıyı hızlıca çarptı. Merdivenleri hızlıca indi. Ezan sona erdi...

KIRMIZI



Uykusu geliyordu. Uyumak istemiyordu. Yorganın ter kokmasını istemiyordu. Vücudunun terini yorganıyla paylaşmak istemiyordu. Gözleri bulanıktı. Bir şeker hastasının günde bir kere iğneye muhtaç olması gibi, o da bilgi hastasıydı. Eline aldığı derginin bütün kelimelerini gözleriyle süzmeden uyuyamazdı. En azından o öyle düşünüyordu.

Onu bulduğumda horluyordu. Derginin kapağı sayfalarından ayrılmıştı. Üzerine yattığı derginin sayfaları kırış kırıştı.

Belimden silahımı çıkardım. İyi tıraş edilmemiş pürüzlü yüzünde silahımın namlusunu gezdirdim.

Rahatsız olmuştu. Ama uyanmamıştı. Bir kez daha uyguladım aynı işlemi. Yavaş yavaş uzun kirpiklerinin arasındaki açık kahverengi italyan gözlerini ortaya çıkarıyordu.

Beni farketti. Sakin olmasını söyledim. Sakin olduğunu söyledim. Gururlu bir piç kurusu izlenimi veriyordu. Bu öfkemi daha da alevlendirdi.

Ve bütün şarjörü beynine boşalttım...

8 Şubat 2014 Cumartesi

BALGAM



Sigarayı öksüre öksüre içiyordu ikinci dünya savaşından kalma ihtiyar. Ağzından halkalar çıkarıyordu. Sinekler de, bir sirkmiş gibi bir halkadan diğerine atlıyorlardı.

Bana baktı. Kendimi bir savaş esiri gibi hissettim. Bakışlarıyla aşağılıyordu sanki.

"Neden" dedi, "bu insanlar hep kötü."

Diyecek bir cevap bulamadım. Bir şeyler kekelemeye başlamıştım ki, elini bir meastro gibi kullanıp konuşmamı engelledi.

"Çünkü genç adam; para insanın mazotu."

Kırışmış, çapaklı gözleriyle benim onu umursamadığımı görünce "Ehh" dedi balgamlı ses tonuyla. Sonra da boğazıyla beraber bütün ince-kalın bağırsaklarını temizleyerek yeşilimsi sıvıyı kaldırıma tükürdü.

"Babana selam söyle" dedi giderken. Bir kere daha temizledi boğazını sonra. Bu kez yeşil sıvının gittiği yere bakamadım. Parfüm banyosu yapmış kız geçmeseydi eğer fena halde kusacaktım. Kusmadım. Kız iyiydi. Kokusu güzeldi.

Ve nasihat vermiyordu...

ERTELEME



Uzun bir yolculuktan sonra bu sanayi kentine gelmişti. Yorgundu. Kızıla boyanmış kıvırcık saçları iki gündür yıkanmadığı için yağlanmıştı. Telefonunun küçük ekranını kullanarak yüzündeki küçük sivilceleri uzun tırnağıyla izi kalacak şekilde yok ediyordu. Yok ettiğini sanıyordu.

Biraz sonra kendisine bir arkadaş yapmıştı bile. Kısa boylu, az duyan, saçları fönlü, az konuşan bir çocuk. O da aynı niyetle uzaklardan gelmişti. Gergindi. Sivilcelerini patlatan kızın söylediklerini dinliyor, kafasını sallıyor ama yorum yapmıyordu.

İkisi de aynı anda saatlerine baktı. Aniden ayağa kalktılar. Beş katlı memur dolu binanın kapısına koşuyorlardı. Koştukları kapıyı, incecik bir içeriden zorlayarak açtı. Onlara 'yok' gibisinden bir şeyler söyledi. Az önce oturdukları masaya döndüler.

Bir kahkaha attım o anda; Saba Tümer gibi. Biliyordum çünkü ben ertelendiğini. Sınavın 1'de değil 3'de olacağını...

KIZIL SAKALLARIN CAN ÇEKİŞİ



Ağlamak. Aslında ağlayamamak. Gözyaşlarını içine dökmek. Kahrolmak. Kahrolası sakallarını keseceğin için.

Peki ağlayacağını bile bile neden yapıyorsun bunu?

Belli bir cevabı yok aslında. Çevremdeki insanların durup dururken sakallarıma isyankar bir yorum yapması değil. Yeni bir stil arayışı; bu hiç değil.

Acaba nedeni ne?

Biraz sonra yer yer kızıla dönmüş sakallarımı lanet bir makineye işkence ettireceğim. Evet. Bunu yapacağım. Hiç acıma duymayacağım bunu yaparken.

Gerçekten böyle mi olacak?

Ah, lanet olsun. Berber yolu hep böyle kararsızlıklarla geçmek zorunda mı?

5 Şubat 2014 Çarşamba

SOL KIÇ YANAĞININ SOLU



Platinin olduğu tarafa oturdukça, onu daha derinden hissediyorsun. Soğukluğu sol kıç yanağının solundan, bütün vücuda serinlik veriyor. Kendini yıpratmış bir tenin altında hüzünle ağlıyor bazen. Ağlamaklı şiirler haykırıyor. Topluluğun içinde seni kendi kendine konuşuyor sananlar platini hiç bilmiyorlar. Ve senin iflah olmaz bir deli olduğunu sanıyorlar. Aldırmıyorsun onlara. Hiçbir şeye aldırmadığın gibi.

Sonra bir çılgınlık yapıp, ruhunun hiç barışmadığı kalabalıklar arasına girmeyi istiyorsun. Köprüden şehrin merkezine inecekken, seni, teni esmere çalan gazete satan çocuklar karşılıyor. Bir tane alıyorsun. Çay içerken okurum diye koltuğunun altına huzurla yerleştiriyorsun. Ama çay içecek adam akıllı bir yer bulamıyorsun. Sonra kuytu köşede kalmış, öğrencilerin bol olduğu bir kahveye sığınıyorsun. Açıyorsun gazeteni.

Gazeteyi bitirene kadar bir çay,  iki kuşburnu içiyorsun. Etrafında kimse kalmamış. Bütün tabureler toplanmış. Kahveciyle göz göze geliyorsun. Tam yanına, hesabı ödemeye gidecekken, sol kıç yanağının solundaki platin serinlik vermeye başlıyor. Acıyorsun kendine. Sefilliğine. Bir sürü boktan renk barındıran gömleğine. Suratında bulunan, nirvanaya ulaştırdığını sandığın o lanet karmaşık haritaya...

Unutmak. Aslında unutamamak. Ve arada kalmak. Platinin yaşamına getirdiği şeyi hissetmek. Şey. İşte en büyük gizem bu. Şeyleşmenin karamsarlığı.

Ve geri dönmek. Sol kıç yanağının solundan gelen serinliği hissettiğin ilk yere...

TOP KAVGASI



İkizlerdi. Birinin saçları kızıl, diğerinin siyahtı. Onları sevmiyordum. Bedbaht bir hayatın boktan neferleriydi onlar. Ağızlarında, daha önce hiçbir yerde duymadığım küfürler dolaşıyordu. Öylesine. Bir anlık. Pervasızca edilen küfürler.

Yamalanmış yolda, keskin zift kokusu eşliğinde top oynuyorduk. Durmadan tekme yiyordum ikizlerden. Sıkıldım. Ama devam ettim. Daha şiddetli tekmeler geliyordu. Çok acıyordu ama top onlarındı. Bu yüzden sesimi çıkarmıyordum.

Sert bir kasti tekme sonrası dizimin üzerine düştüm. Dizim fena kanıyordu. Oyuna devam edecek durumda değildim. Tekmeyi atan kızıldı. Ayağa kalkmamı ve oyuna devam etmemi istiyordu.

Kalktım. Boyumun avantajıyla sol gözünün üstüne Mike Tyson yumruğu indirdim. Sonra siyah saçlı olanı küfürler ederek yanıma geldi. Onu da, Zidanevari bir kafayla yere serdikten sonra eve gittim.

Annem dizime pansuman yapıyordu. İkizlerin her zaman küflü peynir kokan anneleri geldi. Benim, çocuklarını dövdüğümü söyledi.

O ana kadar işittiğim en büyük azarı işittim sonra. Ve bir daha o piç kurularıyla değil top, yan yana gelmemeye bile yemin ettim...

3 Şubat 2014 Pazartesi

OKYANUS GÖZLÜ KADIN




Kitap kurdu olmak istediğini söyledi okyanus gözlü kadın. Sonra da benden tavsiye istedi. Ne yapmalıymış. Nasıl gerçekleştirmeliymiş bu dünyanın en eğlenceli işini.

Ne cevap vereceğimi zihnimdeki fırında pişirmeye çalışırken okuyamama nedenlerini sıralıyordu bir bir. Bu bankada çalışyormuş. Bu yüzden; hafta içi 9 ile 5 arası zaten okuyamazmış. Eve gidince de çok yorgun oluyormuş. Uzanarak televizyonu açıyormuş beş dakika diye. Acun'un programlarından biri denk gelirse bitene kadar izliyormuş. Sonra duş. Bir de yemek. Ve sonra uyku. Haftasonları da okuyamıyormuş işte. Öyle belli bir nedeni yok.

Neden bunları bana anlatmıştı ki şimdi? Soruya daha samimi bir cevap vermem için mi? Of, çok sıkıldım. En iyisi ona bir daha kitap okumamasını tavsiye etmek. Ama bunu ona yapamam. Çünkü gözleri çok mavi.

Daha önce de mavi göz görmüştüm ama bu kadar mavisini hiç görmemiştim. O biraz önce susmuştu. Ben ise cevap vermek yerine onun okyanus mavisi gözlerinde yüzüyordum. Dalmıştım.

Elini gözlerimin önünde gezdirdi. Kendime geldim. Cevabımı bekliyordu. Yutkundum. İsmini sordum. "Sema" dedi okyanus gözlü kadın.

"Polisiye okumalısın. Hem de çok fazla. Aksiyonu yaşadıkça okuma isteğinde artacak. Bir zaman sonra artık bir kurt olduğunu anlayacaksın" dedim.

"Peki yazar ve kitap" dedi kocaman gözleriyle.

Çantamı açtım. Psikopat'ı attım kollarının arasına. Aldı, sayfalarını karıştırdı. Sonra beni incelemeye başladı. "Bu ucubenin dediğini yapmalı mıyım?" bakışı attı sonra.

"Tamam" dedi. "Bitirdiğimde kitabı kutlamasını yaparız. Çünkü bunu okursam, okuduğum en kalın kitap olacak."

Sonra ben kalktım. Çantamı omzuma attım. "Ara beni kitabu bitirdiğinde. Bu partiyi kaçırmak istemem" dedim.

Yolculadı sonra beni.

Ben gittikten sonra dosyaların arasında boğulmaya devam etti...

MUM



Neden bir insan, on katlı binanın onuncu katında oturmayı tercih eder ki? Üstelik asansör de bozuk. Bu merdivenlerden çıkmak, askere gitmeyi reddetmekten daha zor bir karar. Mecbur muyum? Hayır. O zaman o insin aşağıya. Ama beni misafirliğe çağırdı. Hem de bugün ve asansörün bozuk olduğunu bile bile. Allah belanı vermesin emi.

Çıkmaya başlıyorum lanet olası merdivenlerden. Eski, yamuk ve kaygan mermerle beni sakat bırakmaya meyilli. Of, daha dokuz kat kaldı. Eğer iyi bir yemek hazırlamadıysa, ona bu son gelişim olur. Zaten kupkuruyum. Daha da zayıflatacak beni.

Sekiz kat kaldı. Acaba niye çağırdı beni? Hiç çağırmazdı oysa. Hep ima ederdim. Hiç oralı bile olmazdı. Benden başka bütün arkadaşlarını çağırmıştı heralde.

Yedi kat kaldı. Acaba parfümümü değiştirdiğimden mi çağırdı beni? İki gündür harika koktuğumu söyleyip duruyor.

Beş kat kaldı. Yoksa düşündüğüm şey için mi çağırdı beni? Bilgisayarı mı bozuldu? Geçen seferinde de ben yapmıştım. Ama o değildir ya.

Üç kat kaldı. Kalmaz olaydı. Köpek gibi yoruldum. Bu işkence bitsin artık.

Nefes nefese kalmış halde zile basıyorum. Yüzü her zaman olduğu gibi güller açıyor kapıyı açtığında. "Yoruldun mu?" diyor sonra bütün saflığıyla. Konuşacak enerjim kalmadığından gözlerimle cevaplıyorum.

O hala gülüyor.

İçeri geçiyorum.

Mumları görüyorum her tarafta. Çok para harcamış olmalı.

Bir köpek koşuyor üzerime doğru. Ve havlıyor. O köpeğe "sus" diyor. Köpek susuyor. Ama köpeği hiç gözüm tutmadı.

Mumlar bitmiyor. Yemek masasına kadar her yer mum. Bazıları renkli. Ama içim bunalıyor. İçerdeki is gözümü yoruyor.

Ve yemek. Harika. Ortamın romantikliğine inat, hayvanca indiriyorum mideye.

Ve tuvalet.

Ve uyku. Çift kişilik.

Horlayarak...

BİM POŞETLİ HIRSIZ



Elinde silah ve poşet, kafasında maskeyle bankaya girdi. Elindeki yırtık BİM poşetiyle vezneye doğru ilerledi. Poşedi kadına uzattı.
Çıt çıkmıyordu.
Herkes durumu kabullenmişti.
Sanki bankanın soyulacağını, benim dışımda herkes biliyordu.
Peki niye bana söylemediniz bu durumu?

Emekli maaşını almaya gelen amcalardan biri pantolonumun köşesinde çekiyor ve fısıldayarak onun ve herkesin yaptığı gibi yere oturmamı istiyor. Bunu yapmayacağım. "Oyunbozanlık yapma" der gibi bakıyor bir kadın.

Ben de aksiyon istiyorum. Ama böyle değil. İşini yavaş yapan banka memuruna küfretmekti benim aksiyonum. Bu değil. Hiç değil.

Yavaş adımlarla yaklaşıyorum vezneye. Herkes sessizce yalvarıyor gitme diye. İçimde dalgalanan adrenalini durduramıyorum.

Dandik poşete atılan her deste para, daha bir tok ses çıkarıyor. Bir an arkasını ddönüyor BİM poşetli hırsız. Kendimi namlunun ucunda buluyorum sonra.

Bu bir kurusuku.

Ve hırsızı linç ediyoruz...

1 Şubat 2014 Cumartesi

SICAK GECENİN GETİRDİĞİ



Sıcak, sımsıcak bir gece.
Bir odada tıkışıp kalma.
Tek açık pencereden gelen esintiyi vücuda yayma.

Kendimi çok zorluyorum. Sıcaklığı duygusuz bir kadına benzetiyorum. Hırsları için, insanların üzerine karafatmaya basar gibi basan kadın.

Esintiyi ise anneyle özdeşleştiriyorum. Her an seni hisseden anne. Sıcaklığa karşı serinlik veren anne. Ferahlatan ve sonsuz bir huzur veren anne.

Mutsuz bir yaşam süren çiftlerinde hayatı bu benzetmelerde saklıdır aslında. Anneler yalanı anlarlar ve daima önce anneler ölür. Çünkü yalanın cazibesi anneden daha tatlı gelir...

KULAK TECAVÜZÜ



Bangır bangır çalan disko müziği.
Şiveli bağıran üç genç.
Yakan güneş.
Ve külüstür bir araba.

"Kapatın şunu, kulağımızı siktiniz sabahtan beri" diyorum gençlere. Oralı bile değiller. Herhalde duymadılar. Oysa bağırdım. Ne yapmalı? Şu radyonun kapatma tuşuna bassam sorun çözülecek galiba.
Tuşa bastım.
Şiveli birkaç küfür dalgalandı havada.
Sinirlendim.
Radyoyu yerinden çıkarttım. Külüstürün içinden çıktım. Radyoyu üçünün ortasına fırlattım. Bu yaştan sonra kulaklarımın bu gerizekalılar tarafından sağır bırakılmasına asla izin veremezdim.

Saçları en uzun olanı hızlıca yanıma geldi. "Ne ayak" olduğumu ve "ihtiyar" olduğumu da vurgulayarak tükürük ve pis ağız kokulu bir konuşma yaptı.
İğrenç. Kusmak, şu anda en iyi şey. Hem de suratına. Ama ben öyle yapmıyorum. Nazikçe onları uyardığımı, beni duymadıklarını, ben de kulaklarımın sağır olmaması için böyle bir yönteme başvurduğumu söylüyorum.

Gayet medeni bir davranış sergiliyorlar bu söylediklerimden sonra. Özür dileyip, bir daha böyle bir şey olmayacağına dair söz veriyorlar.

Mutlu bir şekilde yanlarından ayrılıyorum. Tam apartmanın kapısını aralayacakken, yine aynı ses, kulaklarıma tecavüz ediyor. Bu sefer ben uğraşmamalıyım. "Polis 155'ti di mi?"
Bu blogta yer alan yazılar üzerindeki 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu altında düzenlenen tüm maddi ve manevi haklar eser sahibi olan Ahmet Kaya'ya aittir. Söz konusu içerikler eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, işlenemez, değiştirilemez veya başka internet sitelerinde ya da basılı veya görsel yayın yapan diğer mecralarda yayınlanamaz.